-Gezi Davası sanıklarından Can Atalay milletvekili seçildi, serbest kalıp TBMM’ye gelmesi gerekirken içerde tutmaya devam ettiler. Bu da yetmedi, Anayasa gereği yargı sürecini durdurması gereken Yargıtay yargılamaya devam etti ve yerel mahkemenin kararını onaylayıp “tutuklu” durumunu “hükümlü” haline getirdi. Anayasa mahkemesi adeta “olmaz böyle bir şey” dedi ve hakları ihlal edilen Atalay’ın serbest kalmasına hükmetti. Yargıtay bu kararı da takmadı.

- Yine Gezi Davası sanıklarından Osman Kavala, siyasi iktidar istiyor diye “müebbet hapis cezasıyla” içeride tutuluyor.

- Bir yazısı nedeniyle tutuklanan Gazeteci Barış Pehlivan Temmuz’da çıkan infaz düzenlemesinden yararlanması gerekirken yararlandırılmadı ve yeniden cezaevine konuldu.

- Gazeteci Tolga Şardan bir köşe yazısı gerekçe gösterilerek “dezenformasyon yasasını ihlal” suçlamasıyla tutuklandı ve beş gün cezaevinde tutuldu. Yoğun bir tepki gelince adli kontrol şartıyla tahliye edildi.

- Gazeteci Merdan Yanardağ, gazetecilik kapsamında yaptığı bir konuşma nedeniyle tutuklandı ve aylarca cezaevinde kaldı.

Bunlar sadece son 6-7 yılda yaşananlar. Yerim olsa daha nice örnek durum yazabilirdim. Gazetecilere, avukatlara, iş insanlarına baştan sona siyasi gerekçelerle açılmış davalarda bunlar olurken, yargı dünyasından herkesi şok eden bir haber geldi:

- Gazeteci Hrant Dink’i 2007 yılında katleden Ogün Samast “iyi hal” gerekçe gösterilerek şartlı tahliye hakkından faydalandırıldı ve tahliye edildi. Adalet Bakanlığı konuyla ilgili açıklamasında adeta “aslında daha önce tahliye etmemiz gerekiyordu, biz fazladan cezaevinde tuttuk” demeye getirdi.

Samast, 19 Ocak 2007 günü, Trabzon’dan İstanbul’a gelerek AGOS Gazetesi’nin önünde Hrant Dink’i kalleşçe arkasından vurmuştu. Yasin Hayal ve Erhan Tuncel adlı azmettiricileri hâlâ içerideyken Samast, cinayeti çocuk yaşta işlediği gerekçesiyle daha az ceza almıştı.

Diyeceksiniz ki “başlık ne alaka?”

Arz edeyim:

Gazeteciler uyduruk gerekçelerle bu kadar kolay cezaevine konulurken Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin kararını alenen tanımazken, bir gazeteci katilinin 16 yılda aramıza dönmesini başka nasıl anlatabilirim ki?

Tüy dikti!


Başlığı ikinci kez kullandığımın farkındayım. Bu defa kullanmama neden olan isim ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan oldu.

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer TBMM’de bütçe görüşmeleri sırasında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’a şu soruyu sordu:

“Türkiye’de kaç çalışan açlık sınırı altında yaşıyor?”

Işıkhan’ın yanıtını aynen aktarıyorum:

“Ülkemizde, asgari ücret net 11 bin 402 bin lira 32 kuruş olup, bu kapsamda çalışıp aşırı yoksulluk veya açlık sınırı içinde yaşayan kişi bulunmamaktadır.”

En düşük emekli aylığının 7 bin 500 lira olduğu, büyük kentlerde en düşük ev kirasının 10 bin lirayı aştığı, bir ekmeğin 8 liraya satıldığı, çiftçi kayıt sisteminde kayıtlılar başta olmak üzere birçok emeklinin 5 bin liralık 100. yıl ikramiyesini alamadığı için kıyamet kopardığı bir ortamdayız. Ayrıca resmi açlık sınırı 14 bin liraya yaklaşmış.

Diyeceksiniz ki “başlık ne alaka?”

Arz edeyim:

Memleket bu haldeyken, emekliler ve asgari ücretliler hayat pahalılığı karşısında hayatta kalma mücadelesi verirken Bakan Işıkhan’ın “çalışıp yoksulluk ve açlık sınırı içinde yaşayan kişi bulunmamaktadır” demesini başka nasıl anlatabilirdim ki?

★★★

İktidar, ekonomi ve yargı alanı başta olmak üzere her alanda benzer icraatlar imza atıyor. Artık “bu kadar da olmaz” diyebileceğimiz saçma sapan adımları sıkça görmeye ve kanıksamaya başladık.

Rahmetli Şamama nenem birine kızınca “şahtın şahbaz oldun” derdi. Şah da şahbaz da olumlu sözcükler olmasına karşın bu deyim Anadolu’da olumsuz bir söyleme dönüşmüş vaziyette.

Nenem yaşasaydı, iktidar için de kesin aynı cümleyi kurardı.

Zira şahtılar şahbaz oldular!