Yozgat’ın Sarıkaya ilçesine bağlı Akbucak köyünün kır bekçisi dama çıkıp sesinin olanca gücüyle ilan ediyordu: “Yarın köyümüze öğretmen gelecek, mektep açacaktır. Öğretmen gelen tüm çocukları kaydedecektir. Duyduk duymadık demeyin haa!” Mektep nedir, öğretmen nedir, o güne kadar duyan bilen pek yoktu. Bir tek, “Fahri’yi babası Yozgat’ta mektepte okutuyor” diyorlardı.
Ertesi gün sabahın erken saatinde 15-20 çocuk Ahmet Efendi’nin odasının önünde bir araya geldiler. Tokat’ın Reşadiye ilçesinden gelen öğretmen İzzet Erdem’i dört gözle ve heyecanla izliyorlardı. İzzet Erdem’in eşi Fahriye Hanım da o sırada mektepli Fahri’nin annesi Suna Hanım’ın evinde misafirdi. İzzet Öğretmen, uzun boyluydu; golf pantolon, körüklü ve mahmuzlu çizme ile subay üniforması gibi ceket giymiş, yana yıkılmış bir şapka takmıştı. Küçük bedenler, öğretmenin karşısında kendilerini yüce dağın önünde sandılar. Öğretmenin ilerleyen zamanlarda hayatlarında bırakacağı derin izler ve etkilerden o gün habersizdiler... Yıllar sonra İzzet Öğretmen ve eşi Fahriye Hanım’ı buldum. Onlar da İstanbul’da yaşıyorlar ve her fırsatta Akbucak köyü anılarını anlatıyorlar.
KÖY ODASINDAN OKUL
“Mektep” dedikleri, Ahmet Efendi’nin köy odasıydı. Tahta, tebeşir, sıra, masa yoktu. Bazılarının defteri ve kalemi vardı sadece. Öğrenciler çuldan, çuvaldan örtülerin üzerinde oturuyorlardı. Bir süre sonra köylülerden Hüseyin Öztürk’ün ağılı, Necip Altan’ın odası çocuklara okul oldu. İzzet Öğretmen beş sınıfı birden aynı odada okutuyordu.
Akbucak Köyü İlkokulu’nun öğrencilerden biri de Yusuf ve Suna Öztürk’ün dördüncü çocuğu Refik Arslan Öztürk’tü. Arslan, dedesinin adıydı. Dedesini hiç tanımamıştı ama bazı akrabaları ona “Arslan Dede” diye hitap ediyordu. Aslında Refik, narin bir köy çocuğuydu, görünüşü aslan gibi güçlü kuvvetli değildi.
BABAMIN PARASI BİTMESİN
Refik’in ağabeyi Fahri, köyde okul olmadığı için babaları Yusuf Öztürk, “Benim oğlum okusun” diye Yozgat’ta ev tutmuş, evin en büyük çocuğu olan Hatun’u da ona bakması için göndermişti. İkisi de el kadardı. Abla ev işlerini yapıyor, kardeşi de Yozgat İsmet Paşa İlkokulu’na gidiyordu. Fahri, “Babamın parası bitmesin” diye harcamalarına çok dikkat ediyor, nereye kaç kuruş harcadıysa hepsini tek tek yazıyordu. Aldığı 5 kuruşluk “kırık leblebi” bile harcama listesinde yer alıyordu. Fahri sınıfını hep iftiharla geçiyordu. Baba, oğlunun derslerdeki başarıları üzerine istediği kırmızı renkli bisikleti ona almıştı.
Refik Arslan Öztürk, ağabeyine göre şanslıydı. Hiç değilse artık köyde beş sınıf bir arada da olsa ilkokul vardı. Günler geçip gitti, derken okul bitti. Çocuklar nüfusa kaydedilmedikleri için diploma alamıyorlardı. Refik’in de nüfusa kaydı çoğu Anadolu çocuğu gibi sonradan yapıldı. Nüfus memuru, “Yaşını daha büyük yazamam” deyince resmi doğum tarihi 1949 olarak geçti kayıtlara.
KANATLANIP UÇMAK
Baba Yusuf Öztürk, büyük oğlu Fahri gibi Refik’i de okutmak istiyordu. Refik Arslan Öztürk, ilkokulu bitirdikten sonraki süreci Prof. Dr. Rauf Yücel’in yazdığı “Sorgun Kökenli Değerlerimiz” kitabında şöyle anlatıyor:
“Sorgun Ortaokulu’na atın terkisinde babamla geldim. Babam, ‘İsmet Bey, bu benim oğlum, bu da diploması. Okusun, adam olsun diye sana teslim ediyorum’ dedi. İsmet Kapısız Öğretmen’in emanetiyle düştük yollara, kör topal yürüdük. Yozgat Lisesi, İstanbul Hukuk Fakültesi derken, babamın ‘Adam olsun’ dediği yere geldik. Babam, üniversiteyi bitirdiğimi göremeden vefat etmişti. Rahmetli o günleri görseydi, kanatlanıp uçtuğuma sevinseydi, diye iç geçiririm hep. Kendisine ve bize okul açan devletimize sonsuz minnet duygularıyla dolu yüreğim.
Sarıkaya’da avukatlığa başladım. Niyetim belediye başkanı olmaktı ancak siyasetin çok farklı bir alan olduğunu on günde anlayarak vazgeçtim. Öğrencilik yıllarımda gazetecilik yaptım. Karikatürler çizdim. Basın dünyasında iyi bir konumdaydım oysa. Memlekete gidip hizmet edeyim heyecanıyla yola çıkmıştım. Avukatlık büromu kilitleyip düştük memleket sevdasına. Lice’de, Ömerli’de, Demirci’de kaymakam vekili oldum. Reşadiye, Silopi, Finike ve Söğüt’te kaymakam, Sivas’ta vali yardımcılığı görevlerinde bulundum. İlk görev yerim Bilecik valiliğiydi. Sonrasında Niğde, Erzincan ve Manisa’da çalıştım.
ÇELİKTEN KANATLARI OLUR
Mesaime beş dakika olsun geç kalmadım. Elektrikler boşa yanmadı, sular boşa akmadı. Bulduğum topluiğneyi yakama sakladım ki, gün olur lazım olur diye. Devletin parasını harcarken kılı kırk yarar, fazlasıyla hesap kitap ederdim. Çünkü kestiği kavunun kabuğunu koyuna koça, çekirdeğini tavuğa ayıran bir babanın oğluydum. Sap kağnılarından yola düşmüş, ekin başaklarını ziyan olmasın diye toplatan babanın oğlu olmak, ne büyük hazineymiş meğer...
Söyleyeceklerimi belki hafife alıp alaylı gülümseyeceksiniz ama ben gene de yazıyorum buraya. Türkiye’yi yöneten kadrolar, orta halli aile çocuklarındandır. Onlar ana babasından, konusundan komşusundan gördüğünü hizmet anlayışına aktarmış olsa, kendisine emanet edilen kuruşların kıymetini bilse yeter. Tutumlu, erdemli, namuslu bu kadrolar, Türkiye’nin çelikten kanatları olur. Sen gör o zaman Türkiye’yi. Benim ömrüm bu Türkiye’nin özlemi ve hasretiyle yanıp tutuşuyor.”
DOLMUŞTAKİ VALİ
Son yıllarda o vali için sosyal medyada dolaşan ve her paylaşımın altında on binlerce kişinin yad ettiği merhum Vali (14 Kasım 2020) için şu yaşanmış olay yer alıyor:
“Yıllar önce İzmir ile Çeşme arası seyahat eden bir minibüsü polis durdurur, yolcuların kimliklerini kontrol etmeye başlar. Oturduğu koltuğu, yaşlı bir hanıma verdiği için ayakta seyahat eden bu beyin kimliğine bakan polisler donar kalır. İçişleri Bakanlığı tarafından verilen kimlikte ‘Bilecik Valisi’ yazmaktadır. İlk şaşkınlığı atlatan polisler ‘Sayın Valim biz sizi götürelim’ teklifinde bulunsalar da ‘Teşekkür ederim. Tatildeyken devletin aracına binmem’ yanıtını alırlar.
Görev yaptığı Bilecik, Erzincan, Niğde, Manisa illerinde sabahları makama yürüyerek giden, Ankara’ya valiler toplantısına kendi biletini alarak otobüsle giden, kalp rahatsızlığı geçirdiğinde Erzurum’a kaldırılırken devletin helikopteri kullanıldı diye parasını ödemeye çalışan bir devlet adamı. ‘İtibardan tasarruf olmaz düşüncesinin normalleşmeye başladığı bu günlerde meslek hayatı boyunca tasarrufu ve namuslu yaşamayı kendisine yol bellemiş, örnek olmuş Valimize ‘Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanın cennet olsun Sayın Valim.”
EFENDİM AYNEN BÖYLEDİR
Yusuf Öztürk’ün oğlunu emanet ettiği öğretmen İsmet Kapısız, bir gün Manisa Valisi olan öğrencisi Refik Arslan Öztürk’ü aradı. “Keşke her talebe bu asil, bu vefa dolu meziyetlerin sahibi olsa” diye başladı. Vali’nin kendisine yazdığı 25 Mart 2002 tarihli mektubunu hep sakladı. Vali Öztürk, öğretmenine şunları yazıyordu:
“Kıymetli öğretmenim;
Sesinizi duymak bana heyecan verdi. Heyecandan dilim tutuldu sanki. Duygulandım, köyden ilk defa şehre geldiğim ürkek ve utangaç günlerimi hatırladım.
Yoksulluk çoktu ama her şey çok güzeldi. Sevgi, saygı, kadir kıymet bilmeler, hal hatır.. Şimdi her şey çıkar üzerine kurulu. Çalmalar, çırpmalar mubah sayıldı.
Öğretmenlerimizin sözleri damarlarımıza işlerdi sanki. Üzerimizde adamlıktan yana bir şeyler kalmışsa şayet bunda sizlerin büyük hakkı vardır diye düşünüyorum. İnanınız efendim bu aynen böyledir ve böyle kalacaktır. Size yüreğimin hepsiyle hürmetler ediyor, ellerinizden öpüyorum. Saygılarımla.”
Görev süresince devletin bir kuruşunu boşa harcamamak için çırpınıp duran, gittiği her yerde derin izler bırakan, Yusuf’tan olma Suna’dan doğma Refik Aslan Öztürk benim ağabeyimdi. Vefatından sonra onun hakkında o kadar çok mesaj aldım ki o mesajlar ve anekdotlar kalıcı olsun, ağabeyimin hatırası yaşasın diye hem ağlayıp hem de yazdığım Doğan Kitap’tan çıkan “Vali Bey” kitabı ortaya çıktı.
Ben de ağabeyim gibi öğretmenlerimize “Yüreğimin hepsiyle” hürmet ediyorum.