Manikürcü kızımız bakmış seçim sonuçlarına, hemen yeşil-kırmızı-sarı kolyeyi yakıştırıp öyle çıkmış ekrana... Barlas ağabeyi aniden AKP’ye eleştirilerde bulunup koalisyon arifesinde CHP’ye göz kırpmaya başlamış... Bu arada, bizim terlik de basın özgürlüğü kahramanı oluvermiş meğerse: Sahi sen ne zaman HDP’li oldu?

Geçen pazar hafif zafer sarhoşluğu içindeydim. İlk kez kaybeden değil de, kazanan bir partiye oy vermiştim. O gazla Nuçe TV’ye çağırsalar, ben de kazara kabul etsem, şuursuzlukla jest yapmak istesem bile yeşil-sarı-kırmızı bir aksesuar götüremezdim. Hem yok, hem de nereden bulacağım o saatte...

Ama bunların dolabında türbanı da hazır, eminim bir dönem Cem Özer’in moda yaptığı Atatürk iğneleri de... Bence “Türkiyem” kıyafeti de diktir, yarın lazım olur.

Bu mutant’laşma, aniden evrim geçirme, değişime bu kadar hızlı adapte olma...

Kimi tanıdıklarım yıllardır birtakım iftar davetlerine gittiklerini, yüksek miktarda kurban bağışı yaptıklarını, çünkü ‘beyin’ işleri için bu bağlantıları kurmalarının gerekli olduğunu anlatıyordu. Belki yeni dönemde zorunlu iftarlar modası biter.

Şu son 13 yılda birden yıllardır çok yakından tanıdığım arkadaşlarımın annelerinin türbanlı olduğunu öğrendim mesela...



Barlarda gördüğümüz tipler içkiyi bıraktıklarını açıkladı... Medyada çalışanlar Bebek Camii’nde namaza gitmeye başladı, ki görülsünler ve böylece medyada yükselsinler diye. Başarılı da oldular.

Uçaktakilerin yalancısıyım: Ramazanda Reis’le geziye giden gazeteci oruçlu numarası yapıp bir şey yemiyormuş. O şimdi CHP’li!

Son yıllarda pavyon şarkıcıları arasında moda Umre’ye gitmekti.

Niran Ünsal’lar, Selin Toktay’lar, Tuğçe Kazaz’lar dindar oldu. Athena Gökhan punk’tı, ne ara Mevla’yı bulma yollarına saptı?

Janis Joplin’in kemikleri sızlıyordur, Zerrin Özer de aç kalınca bir telefonla TRT’ye attı kapağı.

Gülben Ergen yeni kocasıyla evlilik promosyonunu Mekke’de yaptı.

Hafta sonu eklerinde büryan lokantaları, maklube tarifleri, seyahat sayfalarında Hac önerileri yer aldı. Gazete patronları “Biraz halka yaklaşın” diye talimat verdi, sanki o “halk” okuyor: Diplomasız seçmenin yüzde 63.2'si AKP seçmeni.

Kişisel tarihler, yalanlarla yeniden, döneme uygun olarak yazıldı. Mazhar Alanson 90’larda televizyonda ikinci Bodrum şarkısını söylemişti. Bu şarkıdaki “Bana yeniden şarkılar söyleten kadın” dizesi AKP gelince aniden Mekke’de yazılmış diye pazarlandı.

Erdoğan’ın annesi öldüğü için Acun programını iptal etti: Kuzey Kore değil.

Fasıl diye çay saatli toplantı yapmaya başladı Fehmi Koru, bütün iş dünyası koşa koşa gitmek zorunda hissetti. Sanki hepsi Samime Sanay dinleme özlemindeydi...

Daha fazla saymayacağım.

Özeti Egemen Bağış’ın her cuma google’dan ayet “attırması.”

Namaz kılıyormuş gibi görünen yükselince ayet attıran da kasayı doldurdu kısacası.

Peki son 13 yılda -sözgelimi bir Aziz Nesin gibi- bir tane bile ateist çıkmaz mı kamuoyunda?

Gerçi, Alevi olduğunu söylemek bile mitinglerde yuhalanan bir şey haline geldi. Hâlâ Kemal Kılıçdaroğlu’ndan gür sesli bir itiraz

duyamadık.

Etrafımızdakiler ailesinde başörtülü arayışındayken birimiz de bunun tuhaf bir durum olduğunu söyleyemedik sanki. Aksine, yılların ateistleri (özellikle medyada) bile dindarmış numarası yaptı.

İtiraf edeyim, arkalarından konuştum ama Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan’a “O Umre yazı dizisini yapmasaydınız, çok kötüydü” diye yüzlerine söylemedim.

Sanırım hepimiz bu dönemin sonsuza kadar süreceğini, yeni normalin bu olduğunu, eninde sonunda bir şekilde hepimizin adapte olmak zorunda bırakılacağımız yanılsamasını yaşadık. Yavaş yavaş kendimizi hazırladık.

Bu bir AKP ya da Tayyip Erdoğan meselesi değildi, bu bir karakter sınavıydı.

Keşke şu 13 yılın sonunda Türkiye mış gibi yapanların değil de, bir şeyler yapıp da bir yere gelenlerin ülkesi olsa... Şimdi bu dönemi sonsuza kadar sürmediğini öğrendik, peki ne olacak?

1999’da birden sandık sonucundan sonra herkes milliyetçi kesilmişti.

Özal geldi, herkes liberal ekonomiden söz etmeye başladı...

12 Eylül’de Hasan Cemal paşaları ziyarete gidiyor, Mehmet Barlas ise Kenan Evren’e methiyeler düzüyordu.

Şimdi de...

Manikürcü kızımız bakmış seçim sonuçlarına, hemen yeşil-kırmızı-sarı kolyeyi yakıştırıp öyle çıkmış ekrana... Barlas ağabeyi aniden...

Ak Saray ne olmalı?

YIKILMALI: Vergilerimizle harcanan paraların üzerine bir bardak soğuk su içip sarayın yerle bir olduğunu görmek... Paha biçilmez... Dümdüz edilip park yapılsa...

ODTÜ’YE VERİLMELİ: Cumhurbaşkanı Erdoğan, Melih Gökçek falan en fazla ODTÜ’den nefret ediyor, keşke inadına Saray da ODTÜ’ye verilse... Kampüsün bir devamı olarak bilim üretse; bu iktidarın hiç üretmediği tek şey.



UTANÇ MÜZESİ OLMALI: Sadece AKP döneminin değil, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün de hatırlanacağı, Cumhuriyet tarihinin hatalarıyla yüzleşeceğimiz, bir daha aynısını yapmamamızı sağlayacak bir müze... Bir lanetliler bahçesi mesela. İdam edilenler, hapse atılan aydınlar, faili meçhul cinayetler, Susurluk... 1000 küsur oda yeter mi?

OTEL YAPILMALI: Şaka yapmıyorum, aynı dekorasyonla, hatta lobisinde Şehzade kostümlü karakterlerle, bir Vegas oteli mesela...

Bir kitsch’lik abidesi... Meraktan gidip kalmaz mısınız? Kâr tamamen kamuya aktarılsa mesela... Mönüde Atatürk Orman Çiftliği’nin Boğa Kanı şarabı...

Ağlayarak okudum

Mavi gecelerde evlat ölümü

Mayıs ayının sonundan 21 Haziran’a kadar New York’ta bazı geceler gökyüzünün rengi maviye dönüyor. Güneş batıp gecenin karanlığı tam çökmeden gökyüzünü kaplayan bu ton Amerika’nın başka şehirlerde pek görünmüyor.

Parliament Mavisi fenomeni işte...

Joan Didion için “Mavi Geceler” 39 yaşında kaybettiği kızı Quintana Roo’yla özdeş.



Hani bazı kitaplar vardır, alırsınız, bir şekilde dokunamazsınız, bir şey o kitabı okumaktan yıllarca engeller sizi.

Bilinmeyenin korkusu...

Didion’ın bir akşam yemeği sofrasında aniden ölen kocasını anlattığı “The Year of Magical Thinking”i yıllar önce JFK’den almış, bir türlü okumamıştım. Kısmet, yayınlandıktan epey sene sonra JFK-IST arasındaki bir İstanbul uçuşunaymış.

10 saat boyunca sayfaları ağır ağır okudum. Gözüme uyku girmeden. Kabin ışıkları sönünce tepe lambasını açarak.

Türkçeye “O Yılın Büyüsü” gibi tam da anlamını karşılamayan bir isimle çıkan kitabın kaderi de çevirisi gibi oldu, kayboldu. Belki Amerikan gazeteciliğinin tanrıları arasında yer alan, üslubu onlarca başka yazar tarafından taklit edilen Joan Didion pek bilinmediği için bizde...

Şöyle söyleyeyim: Kimse onun gibi yazamıyor. Bir gün gazeteci adaylarına “Birinci tekil şahısta yazmak” adı altında ders vermeyi ve Didion kitaplarını okutmayı düşünüyorum. O kadar önemli.

Joan Didion’ın kocası öldüğünde kızı da zatürree teşhisinden hastanedeydi. Eşini kaybeden Didion, bir süre sonra kızını da kaybedecekti.

Evlat edindiğinde “Acaba bebeği yeteri kadar sevebilecek miyim?” diye endişelendiği Quintana Roo’yu... Bir gün, daha hiç ortada bir kız sahibi olma planı yokken, Meksika haritasına bakıp adını seçtikleri kızlarını.

“Mavi Geceler” işte bu ikinci kaybı anlatıyor. Tam olarak neden öldüğünü bir türlü söylemiyor; ilginç bir tercih bir gazeteci ve yazar açısından. Belki de anne kimliği ağır basıyor gizliyor gerçek nedenini. Sonradan pank-reasla ilgili bir sorun, alkolizmle ilintili olabileceğine dair haberler çıktı.

“Herkes hatıralarınız var, diyor, oysa hatıralar en çok unutmak istediklerim” yazıyor müthiş bir dürüstlükle Didion.

Geçen aralık ayında Türkçesi de çıkan kitabı da gecikmeyle geçtiğimiz günlerde okudum. Normal bir kitap okur gibi gidiyordu ki birden ağlamaya başladım metroda; Quintana Roo’nun doğum gününün benimkiyle aynı olduğunu görünce.

Şimdi hazır ‘mavi geceler’ bitmeden her akşam New York’ta gökyüzüne bakarak dolaşırken başka türlü bir his kaplıyor içimi. Eskiden Parliament reklamlarını izlerken bir gün bu şehirde yaşayacağımı, ışıklı binaların arasından yürüyeceğimi hayal ederdim. Şimdi bu şehirde yaşıyorum ama o gecelerin anlamı değişti.

 

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.