Bütün sosyal hareketlerde olduğu gibi eşcinsellik için de görünürlük mücadele ve ilerleme açısından en önemli unsurlardan biri. Türkiye’de bugünlerde en görünür eşcinsel figür tartışmasız Kerimcan Durmaz. Çingene dilinden uyarlanan ve zamanında eşcinsellerin kendi aralarında kullandığı kodlu lisandan kelimeleri milyonlarca kişinin izlediği videolarda bol bol kullanıyor, cinsel kimliğin sınırları hiç kafasına takmıyor, pek çok erkek eşcinsel gibi kendisinden ‘abla’ diye söz ediyor, epey eğleniyor ve eğlendiriyor...
Her şey bir yana bu alıcı da buluyor, zira DJ olmamasına rağmen DJ’lik yapıyor mesela. Bir-iki saat durup servet kazanıyor, daha sonra da bunu Kardashian Ailesi’yle kıyaslanacak bir gösterişçilikle sosyal medya hesaplarından ifşa ediyor.
Tabii para ve şaşaa beraberinde bir sofistikasyon getirmiyor; Times Square’de poz veren veya hâlâ Kuşadası’nda yaz tatili yapan birinden bahsediyoruz Kerimcan’ın renkli hayatı derken. Avam, alaturka ve vasat. Geçen hafta dünyada ‘dolaptan çıkma’ günü kutlandı ve kendi kimliğini açıkça haykıran, bu uğurda bedel ödeyen insanlar sayesinde eşcinsel hareketinin az zamanda nasıl büyük işler başardığı bir kez daha hatırlandı. Eşcinselliğin Türkiye’deki mücadelesinin onca ölüm, intihar, tutuklama, sürgün, töre, baskı, sindirme, dayak ve cinayetle dolu sayfalarında gelip gelebildiğimiz noktanın Kerimcan Durmaz oluşu, eşcinselliğin bu “sosyal medya fenomeni”yle anılması üzerinde düşünmemiz gerekmiyor mu?
Bütün azınlıklar gibi her eşcinselin hayatı da bir mücadeledir ve doğduğumuz andan itibaren, kendi rızamızın dışında bu mücadelenin bir parçası oluruz. En ufak bir sekmede erkek egemen dünya “Canım zaten o da eşcinsel” diye açık aramaya dünden razı olduğundan bunun üstesinden iki katı çalışarak, daha fazla okuyarak, daha fazla bilerek, daha fazla öğrenerek geliriz. Bütün azınlıklar için bu bir tercih değil, zorunluluktur.
Bilge Karasu’lar, Murathan Mungan’lar, Ahmet Tulgar’lar olmasaydı, bir küçük İskender yetişmeseydi bugün yazı yazamadım.
Dünyanın birçok başarılı isminin eşcinsel olmasının genetik bir kodlanmanın ötesinde biraz da mecburiyet olduğunu düşünmüşümdür hep.
Tam da bu yüzden dünyanın en değerli şirketi Apple’ın başında bir eşcinsel var. Ailesinin baskısı altında büyüyen, çevresinde sürekli ‘anormal’ muamelesi gören genç bir erkek iPhone’ undan Tim Cook’un eşcinsel olduğunu öğrenerek belki de hayata tutunuyor. Bir gün kendisinin de oralara gelebileceğini görerek umutlanıyor ve içinde bulunduğu karanlıktan çıkmak için aradığı gücü kendinde buluyor.
Doğrusu ben iyi durumda olduğumuzu düşünüyordum.
Dünya evlilik eşitliğini kabul ederken, eşcinsellik (diyelim Gezi protestolarından sonra) bizde de daha görünür olmaya başlamışken, dünyada tek bir eşcinsel tipi olmadığı yavaş yavaş öğrenilirken Instragram’da 1.5 milyona yakın takipçisi, onun dört-beş katı kadar izleyicisi olan Kerimcan Durmaz onca yıllık mücadelenin kazanımlarını boşa çıkarmaya, filmi başa sardırmaya kararlı gibi görünüyor.
Eşcinselleri yanlarında aksesuar olarak taşıyan ve gay lingo’sunu dillerine pelesenk eden Demet Akalın gibi ‘sözde’ eşcinsel dostları da bu sürece katkıda bulunuyor.
Bütün eşcinseller Zeki Müren ya da Kuşum Aydın’a benzer kanısını da oturtmaya niyetli Kerimcan. Kısacası, eşcinsel dediğiniz holding yönetmez ancak pavyonda şov yapar, ünlülerin yanında bir aksesuar olarak dolaşır algısı için biçilmez bir kaftan. Pek çok eşcinselin de bu kolaycılığa aldandığına eminim. Çünkü paraya döktüğü çiğliğini ortalığa saçmakta hiçbir beis görmeyen Kerimcan gizliden gizliden “Siz de benim gibi olun, para ve şöhret edinirsiniz” mesajı veriyor. Her malın bir alıcısı var sonuçta.
Komik mi? Bir yabancıya “Ablan star bebeğim” dedirtmek ne kadar komikse, o kadar. Fenasi Kerim ismini Time’ın Yılın İnsanı yarışmasına yazdırmak kadar yaratıcı işte.
Tek tip eşcinsel olmadığı gibi geniş gay kültüründe Kerimcan gibilere de yer var. Ama videolarını ve fotoğraflarını bir süre takip ettikten sonra Kerimcan daha çok eşcinsel rolü yapıyormuş, sanki kendi kendisinin karikatürüymüş gibi bir algı oluştu bende. Ucuz televizyon dizilerinde heteroseksüel erkek ya da kadınların kaleminden çıkan aşırı abartılı, çoğu zaman feminen, gerçeküstü bir eşcinsel stereotipini “canlandırıyor” adeta. Bu aşırı yapmacık ve zorlama tipleme kendi cebini doldurmakla beraber en büyük zararı eşcinsellere, eşcinsel mücadelesine veriyor: Tektipleştirerek.
Halbuki bunca mücadele, eşcinseller sadece Cenk Eren, Fatih Ürek, Kuşum Aydın gibi pavyon şarkıcısı ya da kuaför, stilist olmasın diye verildi. Şarkıcı, stilist ya da kuaför olmakta hiçbir sorun yok, ama bugün bizlere yol açan geçmiş kuşaklar aramızdan siyasetçiler, işadamları, gazeteciler (sadece Kelebek’te magazin yazmakla sınırlandırılan değil), doktorlar, öğretmenler, bilim insanları da çıksın diye kendilerini feda etti.
Şimdi iki ‘gullüm’ adına fabrika ayarlarına, Zeki Müren’e, uyduruk dizilerdeki gay tiplemelerine döneceğiz, öyle mi? Hadi oradan. Bastığın yerleri toprak deyip geçme, tanı.
Haksız bir Nobel
Bir Amerikan ozanı ama...
Perşembe sabahı gözlerimi açtığım anda telefonumda Bob Dylan’ın Nobel aldığı haberini görüp yataktan fırladım. Nobel Komitesi gerçekten tersten vurmuştu bu sefer ama benimki hem şaşkınlık hem de heyecandı... Bob Dylan gerçek bir Amerikan ozanı ve yazdığı dizeleri de sadece şarkı sözü diye geçiştirmek kolay değil. Her birinin edebi değeri olduğu zaten konuşulurdu, şimdi Nobel’le taçlandırılmış oldu.
Heyecanım akşam saatlerinde New York Times’ta ödüle itiraz eden ve gazetenin başyazılarına da katkıda bulunan Anna North’u okuyana kadar sürdü.
North haklıydı, Dylan’ın böyle bir Nobel’e ihtiyacı yoktu. Yazdığı sözler ne kadar değerli olursa olsun onları müzikten bağımsız düşünmek imkansızdı, sonuçta bunlar bir şarkı yazarı tarafından yazılmış şarkılardı. Dylan’ın müziğe katkıları da Grammy’den başlayarak pek çok yerde ödüllendirilmişti zaten.
Times, haklı olarak Grammy’de ‘En iyi şarkı’ ödülünün bir roman yazarına verilmeyeceğini vurguluyor. Dahası, kitap okuma oranları düşerken Nobel gibi ödüllerin edebiyata katkıları her zamankinden daha önemli. Dylan’ın kendi otobiyografisi var ama geleneksel anlamda bir yazar denemez.
Halbuki Nobel komitesi bu sene bir başka Amerikalı Yahudi yazara, Philip Roth’a bu ödülü verebilirdi. Roth’un romanları, özellikle bir gün ABD’nin faşizmin kontrolüne geçebileceğine dair teorileri her zamankinden daha önemli bu sene.
Nobel Komitesi önce barışı sağlayamayan Kolombiya’nın Devlet Başkanı’na Barış Ödülü verdi, şimdi de edebiyatçı olmayan Dylan’ı Edebiyat Ödülü’yle taçlandırdı. Bir zamanlar Salman Rushdie’nin dediği gibi:
Hiçbir şey kutsal değil mi?
Yazarlığı ödüllü ama...
Dylan sahnede nasıl?
Ertuğrul Özkök’ün Desert Trip konserinde Dylan konserine yönelik hayal kırıklığını okudum. Cumhuriyet Gazetesi de “Özkök’ün eleştirdiği gün Nobel ödülü Dylan’a verildi” diye yazmış... Elmalar ve armutlar...
Dylan’ın canlı performansları yıllardır hayranlarını iki kutba ayırır: Sevenler ve sevmeyenler diye... Aydınlık insanlara epeydir hitap etmeyi bırakan Cumhuriyet Gazetesi’ni aydınlatayım.
İstanbul’da iki konser veren Bob Dylan’ın ilk konseri damakta kötü bir tat bırakmıştı, gidenler hâlâ anlatır.
Diğer konserinde ise tipik Bob Dylan olarak en bilindik şarkılarını bile anlaşılamaz bir şekilde, farklı versiyonlarla çaldı. Hayatımda unutamadığım bir konser miydi? Hayır, hatta bir daha hiçbir Bob Dylan konserine gitmek istemedim.
Çünkü Dylan konserlerde kendisi için çalıyor, hayranları için değil. Bu da bir sanatçı tercihi belki, ama yüzlerce dolar vererek keyif almak için gittiğiniz bir konserden azıcık da olsa tatmin olmadan ayrılıyorsanız ortada bir sorun var demektir.
Tabii Dylan bunu yapabiliyor çünkü tanrı katına ulaştığı için hiçbirimiz tercihine itiraz etmiyoruz. Sonuçta Bob Dylan ne yaparsa hakkıdır.
Bazı fanatik hayranları ise sadece konserde Dylan nasıl çalacak, şarkıları nasıl değiştirecek diye her turnesini takip ediyor. Hatta sonra bu versiyonlar üzerine büyük anlamlar inşa edip tartışıyorlar.
Bob Dylan yıllardır hayranlarının kendi müziğinden olmadık anlamlar çıkarmasından şikayetçi aslında, ama engel olamıyor.