Dünya “Yaratık”la (Alien) 1979’da tanıştı. Ticari bir uzay gemisinin mürettebatının geminin içine bir parazit gibi sızan ve yaşamını sürdürmek dışında bir amacı olmayan, durdurulması çok güç yabancı bir ‘öteki’yle olan ölüm kalım mücadelesini anlatıyordu. Hikaye, filmin gördüğü ilgi ve tezahürat karşısında yapımcı stüdyo tarafından devam filmleriyle uzatıldı. İlk filmin yönetmeni Ridley Scott, senelerce seriye geri çağrılmaya çalışıldı. Bu direnci 2012’de karşımıza çıkan ve bizi ilk filmin on yıllarca öncesine götüren “Prometheus” ile kırıldı. Hem o filme hem de bu hafta gösterime giren “Yaratık: Covenant”a bakınca Scott’ın neden geri döndüğü çok aşikar aslında. Gerçi “Prometheus”, ilk filmin bütün gizemli yanlarını, üzerine düşünüp, fikirler yürüttüğümüz ve filmi daha da zenginleştiren gizli detaylarını birer birer açıklayıp sihri bir parça bozmuştu. Ama diğer yandan hikayeyi, insanoğlunun nereden geldiğine duyduğu merakı, tanrı olma arzusuna ve yaradılış konularına bağlamak elbette cazipti. Üstelik korku/aksiyon türüne meftun yeni nesil seyirciyi felsefi çıkarımlarla sıkmak pahasına bile olsa... Bu hafta gösterime giren “Covenant” ise tam olarak o filmin ardına eklenen ve muhtemelen 1979’daki filmle arasında bundan sonra tek bir filmin kaldığını haber veren bir yapıda kurulmuş.
yaratik_1

“Prometheus”un mürettabatından bilim kadını Elizabeth Shaw, son anda android David ile birlikte kurtulabilmişti. Bu yeni Yaratık filminde şimdi de 15 kişilik mürettebatıyla yeni bir dünyaya koloni kurmaya giden Covenant adlı gemiyle başlıyoruz maceraya. Daha henüz başında yaşanan acı bir kaza ile kaptanını kaybeden ekip, aldıkları bir yardım çağrısıyla rotadan sapar. Sinyalin kaynağında onları Elizabeth’in akıbeti bekliyordur, pek çok başka vahşet sonuçlar yaratacak diğer sürprizlerle birlikte...

Artılar ve eksiler

“Yaratık: Covenant”, yapımcıların “Prometheus”dan sonra yaşadıkları ikilemin izlerini taşıyor. “Prometheus” bütün seriyi bir yaradılış felsefesine bağlamış, insanoğlunun kaynağını araştıran bir yapıya döndürmüştü. Serinin korku/gerilim kısmına daha çok itibar eden takipçileri bundan pek de hazzetmemişti. Anlaşılan bu devam filminde hikayeyi bu bağlamdan biraz uzaklaştırıp meseleyi daha klişe bir yöne, insanın kendisini tanrı yerine koymasına yaslamış. Nitekim daha açılışta android David’in ilk çalışma gününü bize göstererek onun yaratıcısına ‘Sen beni sana kulluk etmem için yarattın. Peki ben de yaratamaz mıyım?’ diye sorması bütün filmin yönünü de çiziyor. 1979’daki filmden beri büyük ilgi odağı olan bir film serisini bu soruya bağlamak oldukça tehlikeli aslında. Nitekim bu anlamda film bir hayal kırıklığı yaratabilir izleyenlerde. Ama bu bağlama pek takılmazsanız eğer, heyecanlı bir yaratık filmi sizi bekliyor.

yaratik_3

Scott’ın profesyonelliği bazı zor sahneleri normalden daha keyifli bir hale getirebiliyor elbet. Mesela ekibin yaratık tehdidiyle ilk kez yüzleştiği ya da filmin kadın kahramanı Danny’nin yaratıkla havadaki uzay gemisinin üzerinde çarpıştığı sahneler tansiyonu hayli yüksek sahneler. Ancak daha ilk sahneden yolunu belli eden film, bir süre sonra çeşitli klişelerle risk almadan ilerlemeyi tercih ediyor. Yine her karakterin adı mitolojiye ve din kitaplarına gönderme yapıyor. Yine orijinal filmlerdeki gibi kadın subayların uyarılarını erkekler takmıyorlar. Onca tehlikenin ve bir sürü kaybın sonrasında duşta sevişme fantezisi yapan çifti de anlamak mümkün değil, ne gerek varmış bu filmde öyle ucuz bir B-film sahnesine, çözemedik...
Filmdeki iki androidi de başarıyla canlandıran Michael Fassbender performansıyla filmin izleme keyfini en az iki katı arttırıyor doğrusu. Şimdi muhtemelen bir “Yaratık” filmi daha kaldı hikayenin 1979’daki ilk filme bağlanmasına. Ama Hollywood’a belli olmaz, önümüzdeki yıllarda daha bir sürü yaratık filmi de ekleyebilirler...

3 yıldız
Yaratık: Covenant (Alien: Covenant)
Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Michael Fassbender, Katherine Waterston, Billy Crudup
122 dakika, 15+

Bildik hikayeye dinamik yorum

Çok bilinen bir İngiliz mitolojisi ürünüdür “Kral Arthur”. Pek çok mit kahraman gibi erken yaşta anne-babasından kopartılan, zor şartlarda büyüyen ve sonra intikam için geri dönen bir kahramanın hikayesi.
Kral olan ağabeyini iktidar hırsı için katleden Vortigern, bu uğurda kendi ailesini bile büyücülere kurban vermeye razıdır. Kral Uther ölmeden önce küçük oğlu Arthur’u son anda kurtarır. Genelevdeki kadınlar tarafından büyütülen Arthur’un yıllar sonra babasının efsanevi kılıcı Excalibur ile buluşması kaderini tümüyle değiştirir. Arkasındaki kara büyünün de desteğiyle giderek daha da despotlaşan kral amcasına karşı oluşan bir halk hareketinin lideri olarak bulur kendisini.

kral_arthur_2

Hem perdede hem de televizyonda; hem kendisini hem de türevlerini çok izlediğimiz bir hikayedir “Kral Arthur”un hikayesi. İktidar ve gücün zehirlediği kötü bir lidere karşı ezilmişlerin bir lider altında birleşip başlattığı isyanıdır. Arthur’un bir sokak serserisinden gerçek, özlenen, cesur ve demokrat bir lidere dönüşmesini izleriz. Tabi ki büyücü Merlin’in de desteğiyle...
Özellikle ülkemizde “Kapışma” (Snatch) ile kendisini çok sevdiren yönetmen Guy Ritchie’nin kendine has geveze ve hızlı kurgusu bu bildiğimiz hikayeye farklı bir enerji getirmiş. Arthur’un çetesi sanki günümüz Londra’sının ara sokaklarında fink atan küçük hatta sempatik bir mafya çetesi gibi. Lakapları, tavırları ve aralarındaki ilişkiler fazlasıyla Guy Ritchie imzalı. Daniel Pemberton’un yüksek profilli müziği ise birçok sahneye artı değer katan bir enerjiyle dolu. Mesela Arthur’un çocukluğunu özetleyen sekans, uzun zamandır izlediğimiz en iyi müzikaltı sekansı... Bu yeni Kral Arthur yorumu çok hızlı, çok diyaloglu ve yer yer de yorucu ama kendinizi kaptırırsanız da keyifli bir film olmuş. Yine de birkaç meseleye takılmadım değil. Mesela Arthur’un Excalibur klılıcını ele geçirdiği zaman giriştiği dövüş sahneleri fazla abartılı, onu efektlerin de desteğiyle neredeyse bir süperkahramana dönüştürüyor yönetmen. Bir de taraflar arasındaki en kritik savaştan önce kralın büyücü kızı serbest bırakması da öyle bir adamın asla yapmayacağı bir hata. Dev yılanların, ağaç insanların ve devasa fillerin hikayeye ciddi katkıları yok ama büyük fantastik film imajına yönelik, “Yüzüklerin Efendisi” numaraları bunlar. Karakterlere yoğunlaşmak yerine, onları yüzeydeki halleriyle bırakıp görselliğe yüklenmiş yönetmen. Yine de artık iyice klişe bir hale gelmiş, çekile çekile suyu çıkarılmış bir hikayeyi şık bir pakete dönüştürebilmiş Guy Ritchie.
Arthur olarak izlediğimiz Charlie Hunnam ‘biraz daha sert hatları olan Brad Pitt’ gibi görünüyor ve giderek daha büyük gişe filmlerinde kendisine yer açıyor. Jude Law ise ilk kez bu çapta bir gişe filminde kötü adamı hakkını vererek oynamış.

3 yıldız
Kral Arthur: Kılıç Efsanesi (King Arthur: The Legend of the Sword)
Yönetmen: Guy Ritchie
Oyuncular: Charlie Hunnam, Jude Law, Astrid Berges Frisbey
126 dakika, 13+

Unutmayın, hatırlayın!

Bir haber kanalında kurgucu olarak çalışan Hasret, Türkiye medyasının içinde hapsolduğu garip durumun son derece farkındadır. Arkadaşlarıyla yaptığı sohbetler sırasında da ses çıkartmak, protesto etmek ile işinin başında olmak ikilemi arasında sıkışmış medya çalışanlarını da işaret eder. Kanaldaki şefi onu ana haber montajına aldığı zaman yani Hasret haberleri kesmeye başladığında kendi hayatına dair kesilip atılmış gerçeklerin de farkına varmaya başlar. Anne babası o çocukken trafik kazasında mı ölmüştü? Yoksa bu ‘kocaman detay’ da sistemin kesip kurgu dışına çıkardığı önemli bir sahneye mi aittir?
Sinema yazarlığı ve televizyonculuktan gelme Ceylan Özgün Özçelik, ilk filmi “Kaygı”yla sinema sektörümüzün genellikle etrafından dolandığı ve malum sebeplerden dolayı girmekten çekindiği meselelerden birine el atıyor cesurca. Hasret’in hayatına dair çok önemli bir bilginin bilinçaltında kaybolmuş olması ülkenin yaşadığı travmaları çözmeden toplumsal belleğin dışına itilmesiyle ilişkilendiriliyor. Hasret kendi evine kapanıp bu meseleyi tek başına çözmeye çalışıyor. Ulaştığı acı gerçek ise sadece onu değil hepimizi yaralayan bir gerçek aslında. Ama tıpkı haberlerde yapılan kesme biçme işlemindeki gibi, sistemin aktörleri tarafından dışarda tutulan ve bize unutturulmaya çalışılan can yakıcı bir gerçeğe değiyor sonunda.

kaygi

Ceylan Özçelik’in Polonyalı görüntü yönetmeni Radek Ladczuk’un kamera performansının da etkisiyle özellikle de Hasret’in evi içindeki atmosferi yerli yapımlarda çok alışık olmadığımız bir başarıya ulaşıyor. Bulunan sınırlı maddi destek yüzünden özellikle finale dair kimi sahneler olması gerektiği kadar vurucu olamıyor maalesef. Ama film yine de ulaşmak istediği noktaya ulaşıyor. Sadece senaryonun orta kısımları küçük bir yan temayla da desteklenmeyi beklemiş. Bu da olsaymış çok daha vurucu bir filme ulaşılabilirmiş.
Yine de genç yönetmenin dikkat çektiği şey, bu ülkenin içinde devinip durduğu taş gibi bir gerçeğine oturuyor. İzlenmesi, konuşulması ve ‘hatırlanması’ gereken bir gerçeğine...
Film görüntü yönetmeninin tekinsiz performansı kadar Hasret’i oynayan Algı Eke’nin omuzlarında da yükseliyor. Önceki rol aldığı komedi filmlerindeki performanslarından emin olduğumuz Eke, kariyerinde ilk kez son derece dramatik bir rolde de kendisini göstermeyi başarıyor.

3,5 yıldız
Kaygı
Yönetmen: Ceylan Özgün Özçelik
Oyuncular: Algı Eke, Özgür Çevik, Asiye Dinçsoy
94 dakika, 13+