PKK terör örgütü tarafından yedi kez sözde ateşkes ilan edilmişti. Örgüt, sözde ateşkes döneminde güç topluyor, eksikliklerini gideriyor ve kendileri açısından uygun bir zamanda harekete geçiriyorlardı. 1993’te Bingöl- Elazığ karayolunda birliklerine giden 33 askerimizi de böyle bir dönemde şehit etmişlerdi. 2015 yılında kaçırdıkları 13 asker ve polisimizi tam 6 yıl güneş yüzü bile göstermeden mağaralarda tuttular. Sonunda, onların hepsinin kafalarına kurşun sıkıp şehit ettiler. Bu olayı “Cehennemi Yaşadım” kitabımda yazarken, o ifadeleri okurken, aileleri dinlerken göz yaşlarını tutmak ne mümkün.

Emekli Tuğgeneral Ali Demir, uzun süre terör bölgelerinde görev yaptı. Ondaki verilere göre 15 Ağustos 1984-15 Ağustos 2024 tarihleri arasında geçen 40 yılda; 6 bin 387’si Türk Silahlı Kuvvetleri, bin 512’si Güvenlik Korucusu, 587’si polis, 6 bin 416’sı sivil vatandaşımız olmak üzere toplam 14 bin 902 değerimiz şehit edildi. Bir de gazilerimiz var. 16 bin 140’ı TSK mensubu, 2 bin 301’i Güvenlik korucusu, 2 bin 626’sı polis ve 600’ü sivil vatandaş olmak üzere toplam 21 bin 667 değerimiz yaralandı. Gazi deyince, yaralılardı ama hepsinin iyileştiğini düşünmeyin. Bugün tekerlekli sandalyelerde hayatını sürdüren, uzuvlarını kaybetmiş, gözlerini yitirmişleri de aklınıza getirin.

ANNE BABALAR BUNU SORMAYACAK MI?

Olayın bir de farklı boyutu var. Biz nasıl bir karar alınacaksa şehit ailelerimizin, gazilerimizin incitilmeden rızalarının alınmasın istiyorsak, çocuklarını bölücü terör örgütüne gönderen, aileler de yarın PKK’nın siyasi kolu olarak bilinen partinin yetkililerine, “Çocuklarımız sizin yüzünüzden öldü. Onları siz dağa çıkarttınız” demeyecek mi? Yine kayıtlara göre 45 binden fazla bölücü örgüt mensubunun etkisiz hale getirildiği belirtiliyor. Baktığınız zaman bunların kardeşleri, akrabaları bir yandan devlete düşmanlık duyarken yeni süreçte PKK ve yandaşlarına da tepki göstermeyecek mi? 

PKK, 1978 yılında Lice’nin Fis köyünde kuruldu. O dönem PKK değil, örgüt Abdullah Öcalan’dan dolayı “Apocular” olarak biliniyordu. İlk yaptıkları değişik isimler altında faaliyet gösteren Kürtçü örgütleri silahla etkisiz hale getirip, bölgede en hakim örgüt oldu. Bazı aşiretlere karşı mücadele etti. Özellikle “devlet yanlısı” aşiretlerin ekinlerini yaktı, adamlarını fidye karşılığı kaçırdı, bazılarını devletten uzaklaştırmayı başardı. Buna rağmen, sonuna kadar devletin yanından ayrılmayan, her türlü gücüyle devletimizin yanında olan aşiretler de vardı. Devletin yanında oldukları için örgütün cezalandırdığı vatandaşlarımız yine de devletten kopmadı. Onlara karşı silahlı mücadeleyi sürdürdü.

DURUŞMA GÜNLERİNİ HATIRLADIM

Abdullah Öcalan’ın İmralı Adasında kurulan mahkemede duruşmalarını izledim. Şehit aileleri, şehit avukatları Mudanya limanından sıkı güvenlik önlemleri altında götürülüyordu. Üzerimizde sadece ve sadece limana girişte verilen kimlik kartı bulunuyordu. Deniz aracına binmeden retina, el swapları taraması dahil bir çok testten geçiriliyorduk. İmralı’ya geldiğimizde de aynı testlere tabi tutuluyorduk. Kalem, kağıt götürmemiz yasaktı. Adaya girişte testlerden geçirildikten sonra bir not defteriyle kurşun kalem veriliyordu. Çıkışta not defteri bizde kalıyor, ancak kalemi teslim ediyorduk.

Öcalan’ın yakınları, avukatları da Gemlik limanından geliyordu. Yani, taraflar aynı limandan hareket etmiyorlardı. Çünkü şehit aileleriyle her an karşı karşıya gelme ve olay çıkma olasılığı vardı. Duruşma salonunda da ara verildiğinde de paravanla ayrılmış bölümlerde oturuluyordu.

Yaptığımız önemli işlerden birisi de limana yakın yerde televizyonların canlı yayınlarına avukat ayarlayıp götürmekti. Birisinde, Konya Barosu Avukatlarından Cengiz Erkoyuncu’yu yayına davet etmiştim. Ünlü sunucu, Cengiz Bey’in yanında boyu çok kısa kalınca, hemen bir kasa bulundu ve onun üzerine çıkıp boyunu biraz yükseltebilmişti. Şehit avukatı Erkoyuncu’nun bilgi, birikimi müthişti, gelişmeleri çok iyi anlatıyordu anlatmasına ama boyundan dolayı spiker onu bir daha istememişti.

VATANA İHANET SUÇU

Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, duruşmayı güvenlik nedeniyle İmralı’da yapıyordu. Başkan Turgut Okyay’dı. Duruşmalar bir ay sürdü. 29 Haziran 1999 tarihinde Abdullah Öcalan’ın mahkumiyeti açıklandı. Kararın gerekçesinde, “Devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf fiilleri sebebiyle” Öcalan idam  cezasına çarptırıldı.

Daha sonra yasalarda yapılan değişiklikle bu ceza ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüştürüldü. Yani Öcalan, barış güvercini değil, Türk milletine karşı vatana ihanet suçunu işlemiş ve cezası kesinleşmiş birisidir.

İYİ Parti Genel Başkan Başdanışmanı ve Genel İdare Kurulu (GİK) Üyesi emekli Tuğgeneral Ali Demir, “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” suçundan hükümlü olmasına rağmen, Öcalan’ın aldığı cesaretle, “... Tarihi sorumluluğu üsleniyorum” şeklinde cümle kullanma cüreti ile PKK/KCK terör örgütüne çağrıda (!) bulunduğunu belirtiyor

BUNLAR UNUTULDU MU?

15 Ağustos 1984 tarihinde Eruh ve Şemdinli baskınları oldu. İlk şehidimiz er Süleyman Aydın’dır. Sonra örgütün köy, mezra katliamları başlıyor. 91’i çocuk, 23’ü kadın olmak üzere toplam 292 masum, silahsız ve savunmasız kendileri gibi düşünmeyen vatanına ve milletine bağlı Kürt kardeşlerimiz de acımasızca, topluca katledilmişti.

Hani “Bebek katili” deniliyor ya, gerçekten Milan mezrasında beşikteki bir bebeğin cesedini hiç unutamam.