“Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına” yemin eden sayın vekilim, durumun ciddiyetinin farkında mısın?”

‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesiyle 23 Nisan 1920’de, TBMM’yi açan Atatürk meclise, ortak akla büyük önem verdi. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesiyle 23 Nisan 1920’de, TBMM’yi açan Atatürk meclise, ortak akla büyük önem verdi.


16 Nisan 2017 referandumu öncesinde, 20 Şubat 2017’de SÖZCÜ’de “Cumhuriyetten Meşrutiyete Dönüş-Padişahın Bile Daha Az Yetkisi Vardı” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bugün, herkes üç maymunu oynasa da gerçek şu ki, 24 Haziran 2018 seçimleri sonunda Türkiye, resmen cumhuriyetten meşrutiyete; bir anlamda anayasalı, parlamentolu padişahlığa, yani 142 yıl geriye döndü. Dahası, siyasal tarihimizde 1808 Sened-i İttifak’tan beri devam eden “tek adamı” sınırlandırmaya yönelik 210 yıllık demokratik akış -II. Abdülhamit’in 1878-1908 arasındaki 30 yıllık istibdat döneminden sonra- ikinci kez tersine çevrildi.

Nasıl mı? Şöyle!

EGEMENLİĞİN EVRİMİ

İbrahim Müteferrika 1732’de kendi matbaasında basıp I. Mahmut’a sunduğu “Usulü’l hikem fi nizami’l ümem” adlı eserinde “O zamanki Avrupa’da en ileri ulusların demokratik düzende bulunan uluslar olduğunu, bunların yasalarının Tanrı’dan gelme şeriat ilkelerine göre değil, akıl yoluyla bulunmuş ilkelere dayandığını” yazıyor. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 53).

Demokrasi tarihi, Tanrısal, dinsel kaynaklı “tek adam” egemenliğinin, dünyevi, milli egemenliğe evrilişinin tarihidir.

Batı’da 13. yüzyılda başlayıp 18. yüzyılda Fransız Devrimi’yle olgunlaşan bu süreç, bizde ancak 19. yüzyılda başlayıp 20. yüzyılın başlarında Cumhuriyet Devrimi’yle olgunlaşabildi.

SENED-İ İTTİFAK’TAN TANZİMAT’A

Osmanlı’da 7 Ekim 1808’de II. Mahmut ile ayanlar arasında Sened-i İttifak yapıldı. Bununla ilk kez padişah -kâğıt üzerinde de kalsa- yetkilerini paylaştı. 7 maddelik bu senedin birinci maddesinde padişahın egemenliğinin dokunulmazlığı vurgulanmakla birlikte, diğer maddelerde sadrazamın emirlerinin de tıpkı padişahın emirleri gibi yerine getirileceğinden söz edilerek padişah, sadrazamla dengelenmekte, yasama ve yürütme arasında bir ayarım yapılmakta, hatta padişah veya hükümet adaletsizlik yaparsa onlara isyan hakkı tanınmaktaydı. Senetteki ifadesiyle “Fukara ile reayanın” yani halkın ve ayanların haklarının korunmasından söz edilmekteydi.

Osmanlı’da sadrazamlar ve şeyhülislamlar padişahların iradelerini sınırlayabiliyordu. II. Mahmut, sadrazamı başvekil yaparak, şeyhülislamı da hükümetin dışında bırakarak onlardan kurtulmayı denemişti.

Ancak zaman değişiyor, dünya gelişiyordu. Her şeye hâkim olmak, tek başına karar vermek sorunları çözmeye yetmiyordu. Dışişeri, içişleri, eğitim, ordu vb. konularda uzmanlara, bakanlara ihtiyaç vardı. Daha bakanlıklar kurulmadan önce Meclis-i Umur-ı Nafia (Yararlı İşler Meclisi) kuruldu. 1830’larda bakanlıklar da kuruldu. Ancak bakanları, padişah göreve getirecekti.

II. Mahmut, daha önce uygulanan Meşveret Meclisi’nden ayrı üç meclis kurdu. Bunlar, Hükümet Şürası, (Dar-ı Şüra’yı Bab-ı Ali), Adliye İşleri Yüksek Kurulu (Meclisi Valayı Ahkâmı Adliye) ve Askeri Şüra Dairesi’ydi (Dar-ı Şurayı Askeri). Bunlar, danışma ve karar organlarıydı. Bunların koyacağı kurallara herkes uymak zorundaydı.

Padişahın mutlak gücünün sınırlanması bakımından Divan-ı Ahkâm-ı Adliye (Adalet Kurulları Divanı) tecrübesi çok önemlidir. Böylece padişah iradesi dışında başka bir kaynaktan gelen bir yasama süreci başladı.

Tanzimat Fermanı’nı ilan eden Sultan Abdülmecit. Tanzimat Fermanı’nı ilan eden Sultan Abdülmecit.


1839 Tanzimat Fermanı’yla, yürütmenin başı Padişah Abdülmecit, mutlak gücünü sınırlandırmak zorunda kaldı. Osmanlı’da artık kanunlar, sadece padişah tarafından değil, yetkili kurullar tarafından ortaklaşa hazırlanmaya başlandı. Padişah, ülkeyi kendi iradesine göre değil, kanunlara göre yönetmeyi kabul etti. Kanunlara aykırı davranmayacağına söz verdi.

Bu doğrultuda kanun hazırlama yetkisine sahip Meclisi Vükela (Bakanlar Kurulu) kuruldu. Ayrı ayrı yürütme organları oluşturuldu.

Ayrıca en yüksek danışma meclisi durumunda Meclis-i Ali’yi Tanzimat (Yüksek Tanzimat Meclisi) kuruldu. Bu meclis, ilkel bir parlamento gibi çalışmaya başladı. Her yıl padişah bir nutukla bu meclisi açtı. Padişahın konuşmasındaki konular burada tartışıldı. Hatta padişahın nutkuna cevaplar verildi. Vilayetlerden seçilen delegeler bu meclis toplantılarına çağrıldı.

1869’da yöneticilerden ve il temsilcilerinden oluşan Şurayı Devlet kuruldu. Böylece bizde parlamenter sistemin ilk adımlarından biri atıldı. Osmanlı’nın ilk anayasası Kanuni Esasi, Mithat Paşa gibi Şurayı Devlet üyelerince hazırlanacaktı.

Demem o ki, işte 24 Haziran’da yok ettiğimiz parlamenter sistemin temelleri taa buralara kadar dayanıyor.

İstibdat anayasası


II. Abdülhamit’in 23 Aralık 1876’da törenle ilan ettiği Osmanlı’nın ilk anayasası Kanuni Esasi ile Meşrutiyete, (meşruti, yani şartlı bir yönetime) geçildi. Fakat bu anayasa padişahı hiçbir şarta bağlamıyordu. 1876 Kanuni Esasi’si, özü itibarıyla Osmanlı’da 1808’den beri devam eden padişahın iradesini sınırlandırma sürecine aykırıydı. Evet, anayasaya göre padişah yetkilerini Ayan ve Mebusan meclisleriyle paylaşıyor gibi görünse de gerçekte bu meclisler dâhil, sistemin tüm kurumları padişahın iradesine bağlanıyordu.

23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. 1909’da 31 Mart Olayı’ndan sonra II. Abdülhamit tahttan indirildi. II. Abdülhamit istibdadına zemin hazırlayan Kanuni Esasi demokratikleştirildi. 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. 1909’da 31 Mart Olayı’ndan sonra II. Abdülhamit tahttan indirildi. II. Abdülhamit istibdadına zemin hazırlayan Kanuni Esasi demokratikleştirildi.


Kanuni Esasi’ye göre;

Padişah istediği zaman parlamentoyu kapatıp (dağıtıp) anayasayı askıya alabilecekti.

- Meclisin özgürce yasa yapma hakkı yoktu. Meclis ancak padişahın onayıyla yasa yapabilecekti.

Parlamento üyeleri kanun tasarısı getiremeyecek, bunları görüşemeyecek, kanun değişikliği yapamayacaktı.

Parlamentonun toplanıp dağılması padişahın iradesine bağlıydı.

Padişahın iradesiyle seçilip gelen üyeler, anayasaya değil, padişaha sadakat yemini edecekti.

Padişahın anayasaya sadık olma zorunluluğu yoktu. 5. Maddeye göre padişahın kişiliği “kutsal” ve “sorumsuzdu”.

Hükümet, meclise karşı değil, padişaha karşı sorumluydu.

Mecliste güvensizlik oyuyla hükümeti düşürmek söz konusu değildi.

- Padişah istediği üyeyi ve bakanı istediği zaman görevden alabilecekti.

Parlamento üyelerinin bakanlara sözlü veya yazılı soru sorma hakkı vardı, ancak bakan cevabı istediği kadar geciktirebilecekti.

- Din ve devlet işlerini kısmen de olsa ayıran değil, resmen birleştiren bir anayasaydı. Padişah, “halife” olarak,
özünü “şeriattan” alan yasaları uygulayacaktı.

Padişah, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarabilecekti. 36. Maddede bu hakkın geçici olduğu belirtilmekle birlikte uygulamada süreklilik söz konusuydu. Bu hak sayesinde padişah tüm yasama yetkisini ele geçirecekti.

- Padişah istediği kişiyi sürgün edebilecekti. (113.madde)

Bu anayasa Osmanlı’yı demokratikleştirmedi, tam tersine, II. Abdülhamit’in 30 yıllık istibdadının yasal dayanağı oldu. II. Abdülhamit, anayasaya rağmen değil, anayasaya dayanarak istibdat düzenini kurdu.

1876’da padişaha tanınan yetkilerin pek çoğu -sürgün yetkisi vb. daha birkaç yetki hariç- bugün 2018’de cumhurbaşkanına tanınmış durumda. Varın gerisini siz düşünün!

Baskı rejiminin kuruluşu


II. Abdülhamit çok zekice davrandı! Önce anayasaya dayanarak anayasanın fikir babası durumundaki aydınları etkisizleştirdi. Şanslı olanlar sürgünle kurtuldu. Mithat Paşa o kadar şanslı değildi, katledildi.

Sonra meclisi etkisizleştirdi. Örneğin meclisin geçirdiği tasarıları kanunlaştırmayarak geri çevirdi. Daha sonra da yine anayasaya dayanarak meclisi dağıttı, daha doğrusu tam 30 yıl bir daha toplantıya çağırmadı. KHK’larla ülkeyi yönetmeye başladı.

Meclisi ortadan kaldırdıktan sonra özel danışma komiteleri kurdu. Bu komiteler, değişik konularda padişaha danışmanlık yapmaya başladılar.

Baskı düzenini sürdürebilmek için çok etkili bir jurnal, hafiye sistemi kurdu ve 30 bin km’den fazla telgraf hattı gerdi. Padişah için potansiyel tehlike durumundaki herkes; bakanlar, paşalar, aydınlar, din adamları, bürokratlar, gazeteciler, öğrenciler gece gündüz takip edildi, yargılandı, hapsedildi, sürgün edildi.

Basına sansür uyguladı. Çünkü halkın olup bitenleri anlamasını istemiyordu.

ORDUNUN KONTROLÜ

II. Abdülhamit, baskı düzenini, etrafına topladığı askerlerin ve ulemanın desteğiyle kurdu.

Hükümeti, orduyu, donanmayı ve dini kurumları doğrudan saraya bağladı. Abdülaziz döneminde çok gelişen donanma ve Harp Okulu komutanları Abdülhamit için çok tehlikeliydi.

Padişah olduktan 15 gün sonra Başkomutanlık Dairesi’ne giderek komutanlarla yemek yedi. Başkomutan Redif Paşa’ya güzel sözler söyledi. Bu ziyaretten dört gün sonra da Tersane’ye gidip donanma subaylarıyla yemek yedi. İki hafta sonra da Meşihat’a giderek ulema ile iftar yaptı.

II. Abdülhamit döneminde sarayın bürokratları, sarayın paşaları ve sarayın uleması oluştu.

II. Abdülhamit kendini, mareşallerle ve Gazi komutanlarla korumaya çalıştı. Ancak yine de darbe korkusundan hiç kurtulamadı. Kendi ordusunu kendisine düşman gibi gördü. Bu darbe korkusu nedeniyledir ki donanmayı Haliç’te çürüttü.

Kendisi için tehlike olarak gördüğü bürokrat, subay, ulema ve aydın... kim varsa nişanlarla, ödüllerle, madalyalarla, rütbelerle, dolgun maaşlı işlerle satın alıp sarayın sadık bekçisi yapmaya çalıştı.

SIRTINI DİNE DAYAMAK

II. Abdülhamit rejiminin sırrı yoksul, dindar halka dayanmasıydı. İşin özü kadercilik, itaatkârlık ve biat kültürüydü. Kanuni Esasi’de özellikle vurgu yapılan halifelik, onun din adamlarına ulaşmasını kolaylaştırdı. Din  adamlarıyla da dindar halka ulaştı. Onun döneminde ortalık hafızlardan, imamlardan, şeyhlerden, şeriflerden, seyitlerden, üfürükçülerden, büyücülerden geçilmiyordu. Tarikatların, tekke ve zaviyelerin sayısı arttıkça arttı. Hatta Kuzey Afrika’dan yeni tarikatlar geldi. II. Abdülhamit, tarikat şeyhlerini sarayda ağırladı. II. Abdülhamit döneminde sarayın en saygın konukları arasında Arap Şeyhleri de vardı. Bugün tarikatların, cemaatlerin II. Abdülhamit sevgisi buraya dayanır.

Kanuni Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak devleti mümkün olduğunca dinselleştirmeye çalıştı. Öyle ki beş vakit namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar her an “zındıklıkla” suçlanıp cezalandırılabilirdi.

Meşrutiyet dönemi şeyhülislamlarından Musa Kazım Efendi, II. Abdülhamit düzenin yarattığı “dincileşmeyi” şöyle anlatıyor:

“...Ayıplarını örtmek, günahlarını saklamak için daima namaz kılarlar, seccadelerini resmi makamlara bile taşıtırlardı. Rahmetli Abdin Paşa, filozof bir zat olduğu halde başını secdeden kaldırmazdı. Mabeyn’de ve Bab-ı Ali’de makbul ve beğenilir kişi olmak için mutlaka post-nişin güruhuna katılmak zorunluluğu vardı. Halifelik, Tanrılık seviyesine yükseltildi. Saray dolaylarında dergâhlar açıldı...” (Berkes, s. 347,348).

II. Abdülhamit 1876’da padişah olduğunda Osmanlı devleti iflas etmişti. Tanzimat’tan beri devam eden yanlış ekonomik politikalarla yerli üretim bitmiş, ihracat azalmış, ithalat patlamış, enflasyon yükselmiş, fiyatlar artmıştı. Halk bu koşullarda II. Abdülhamit’i “kurtarıcı” olarak karşıladı. II. Abdülhamit’in halifelik ve din vurgusu, halkın, Tanzimat’tan beri devam eden Avrupalı, ecnebi yöntemlerle değil, dinsel kurallarla (şeriatla) işlerin düzeleceğine  inanmasına yol açtı.

Fakat II. Abdülhamit’in halifelik ve din vurgusu devleti kurtarmadı. 30 yıllık istibdat düzeni sonrası Osmanlı, borç batağında debelenen, her şeyini yabancılara teslim etmiş, iki Türkiye kadar toprak kaybetmiş, sorunlarla kuşatılmış bir ülkeydi.

Rahmetli Uğur Mumcu’nun dediği gibi “sırtını dine dayayan tüm iktidarlar” gibi Abdülhamit iktidarı da -33 yıl bile sürse- sonunda yıkılıp gitti.

Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma


Demem o ki; Türkiye kabaca tam 210 yıldır, tek adamın yetkilerini sınırlayarak, meclisler açarak iyi kötü demokratikleşmeye çalışıyor. 1808’den 1923’e -ağır aksak durumundaki- 115 yıllık bu demokratikleşme süreci, Atatürk’ün Cumhuriyet Devrimi’yle hızlandı.

Bakmayın siz bizim yobaz-liboş tayfasının safsatalarına! İşgale karşı başlayan Müdafaai Hukuk Hareketini, “Milli egemenlik” olarak formüle eden, bu doğrultuda padişahın iradesinin dışında tamamen milli iradeye dayanan TBMM’yi açan, savaş koşullarında bile meclis kararlarıyla hareket eden, savaş sonrası halkı demokratik katılama hazırlamak için Halk Partisi’ni kuran, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek 1923’te cumhuriyeti ilan eden, “kadınsız demokrasi olmaz” diyerek 1930’larda kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren Atatürk’tü... Sözün özü, 1923’ten 2018’e tam 95 yıllık Cumhuriyet Devrimi’nin yarattığı güçlü bir birikim vardır.

Fakat Türkiye, 16 Nisan 2017 referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri sonunda, fiilen 1876 düzenine; anayasalı, parlamentolu padişahlığa döndü. Bu geriye dönüş, 115 yıllık Osmanlı değişim sürecine ve 95 yıllık Cumhuriyet Devrimi’ne aykırıdır. Bu geriye dönüş, 1789 Fransız Devrimi’nden beri süregelen milli irade, meclis, ortak akıl gibi siyasal gelişmelere aykırıdır.

Keşke Türkiye’yi 142 yıl geriye, 1876 düzenine döndürmek yerine, Atatürk’ün kurduğu Laik Cumhuriyeti gerçek demokrasiyle taçlandırmayı deneseydik. Bu geriye dönüşün acısını bizden çok, çocuklarımız çekecek!

“Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına” yemin eden sayın vekilim, durumun ciddiyetinin farkında mısın?

sozcu-banner-1