Nihayetinde karşı karşıya olduğumuz sorunlarla yüzleşmek hem ciddiyet hem de yaşın getirdiği olgunluğun göstergesidir. Yüz yıla merdiven dayamış bir Cumhuriyet’in vatandaşları olarak artık kişisel çıkarlar ve bu yakıcı ergenlikle kaybedecek zaman yok. Kendimiz dışındakilerin ahlakını ya da dünya görüşünü sorgulayıp, onları ötekileştirmektense vakit aynaya bakıp biz kimiz ve ne istiyoruz sorusunu sorma vaktidir; zira ahlakı sahiplenmek ahlakçılıktan öteye geçememektir, aksine ahlak ve etik değerler insan tekinin iç dünyasında, kendi başına hazmederek yaşadığı bir tecrübeler bütünüdür; dayatılamaz, dayatılmamalıdır da. Öyle sanıyorum ki, ancak bu saplantıdan kurtulduktan sonra, yani iç dünyamızla, bildiklerimiz ve bilmediklerimizle yüzleşmenin ardından aklıselim bir tahlil ortaya koyabiliriz. Belki de bu noktadan sonra din-ilahiyat, siyaset, yurttaşlık, iktisat, uluslararası saygınlık ve derin düşünce gibi meseleler üzerine düşünebiliriz. Aksi takdirde, bu ahlakçılıkla, bu dayatmacılıkla varılacak yer üçüncü dünya ülkeleri içinden bir ülke olmak, ilerlemeye ve eleştiriye ise haset ve kıskanç gözlerle şahit olmak olacaktır. Böylece toplumsal psikolojimiz de ya istikrarlı ve dingin bir hale bürünecek ya da cinnet içinde parmaklarını kemirecektir.

METAFİZİK DÜŞÜNCE VE GERÇEK DÜNYA

Bugüne dek düşünce dünyasında karşılaştığım temel nokta tam da bu ayrıma dayanmaktaydı. Olan ile “olması gereken” arasında gidip gelen bir salınmaydı bu. İlahiyat ve dini düşüncenin birikimi de son tahlilde bu ikilik içindeydi benim için; tabii felsefe de bundan gayrı düşünülemezdi. Özü itibarı ile “olması gereken” Platonik öğretinin bizlere en temel mirasıdır. İdeal, mükemmel, aşkın ve soyut olan, aynı zamanda somut dünyanın da belirleyicisiydi filozofa göre: Öyle ki, somut dünya, asıl olan bu ideal alemin sadece cılız bir yansımasıdır. Gerçeklik, hakikat ideal alemde iken, yaşadığımız dünya ancak içi boş bir gölgedir. Düşüncenin kökü metafizikten doğar ve felsefeye doğru dallanıp budaklanır; din de ahlak da buradan beslenir. Ancak “olması gereken” şey her ne ise öğretiden öğretiye, inançtan inanca ya da kişiden kişiye değişiklik göstermektedir; Museviliğe göre var oluşun mahiyeti farklıdır, Tanrı ve İsrail oğulları arasındaki bir ahde dayanır; Hıristiyanlığa göre bir günahın kefaretidir; dinimize göre ise Kıyamet Günü ve kurtuluş (necat) temel kavramlardır. Ancak sorulması gereken soru sanırım şu: Bu metafizik öğretiler gerçek dünya ile yani fiziki-somut dünya ile ne derece örtüşüyorlar? Ya da başka bir deyişle modern dünya, beğenelim ya da beğenmeyelim, neden bu metafizik öğretiler paradigmasının içinden çıkmadı? (Burada özellikle George Sarton’un Bilim Tarihine Giriş’ini mutlaka öneriyorum.)

FELSEFEDEN BESLENMEK

Amacım, yukarıda da söylediğim gibi kimsenin inancını sorgulamak ya da ahlak öğretmek değil; bilakis bir hakikati dile getirmek. Metafizik düşünce artık insan tekinin, ya da neo-liberal tabirle bireyin kendi dünyasına aittir, genele neşredilemez çünkü kişiden kişiye, öğretiden öğretiye değişiklik gösterir (Lütfen geçtiğimiz haftalarda bahsettiğim mutabakat sorununa bakınız). Bunu anlamanın yolu da felsefeden ve felsefe tarihinden geçer, uzun ve yorucu bir yoldur ama sonundaki lezzete değer. Diğer tarafta bu yolculuk ne iman için ne de ahiret için bir zarar ya da noksan teşkil eder. Zira kişi düşünsel beslenmesinden kendisi sorumludur, yaratıcı ile kurduğu ilişki özel ve bağımsızdır. Dünyaya ve onun ritmine yetişmekte bu farkındalığın payı büyük olsa gerek.

Düşünce pek çok şeyin belirleyicisidir; ancak pek çok şey de aynı zamanda düşüncenin belirleyicisidir.