1987 yılıydı. Henüz 14 buçuk yaşındaydım.
Kars’ta Kazım Karabekir Öğretmen Lisesi’nde yatılı okuyordum.
TÜBİTAK’ın Matematik, Fizik, Kimya ve Biyoloji Olimpiyatları için okulumuzu temsil edecek bir takım oluşturdular ve o takımda ben de yer aldım.
Artık normal dersler ve etüt saatlerinin dışında olimpiyatlar için de ders çalışıyorduk. Arkadaşlarımız kantinde takılırken ya da çamlık yolunda volta atarken biz olimpiyat takımı olarak sınıfta soru çözüyorduk.
Matematik Öğretmenimiz Fevzi Yamen’in sarı teksir kağıtlarına basılmış soruları dağıtmasını, sonra kara tahtada teker teker o soruları çözmemizi dün gibi hatırlıyorum.
Ramazan başlamıştı ve nihayet olimpiyat sınavlarının yapılacağı hafta gelip çatmıştı. Doğu Anadolu Bölgesi yarışmaları Erzurum’daydı. Daha önce hiç Kars’ın dışına çıkmamıştım. Bu yüzden de heyecanlıydım.
Babam, bize eşlik edecek öğretmene “Deniz Artvinlilerin otelinde kalsın” dedi ama öğretmen “ben sorumluluğu alamam, hep birlikte bir okulun yatakhanesinde kalacağız” dedi.
Sınavdan bir gün önce Erzurum’a vardık. Erzurum’un ortasından geçen Erzincan’a devam eden ana yolunun kenarında bir kampüse girdik. Kapıda “Erzurum İmam Hatip Lisesi” yazıyordu.
Okulun yatakhanesine yerleştik. Takımda bir Erzurumlu öğrenci vardı. Bana dönerek, “Burası Kars değil Erzurum. Oruç tutmuyorsan dikkat et. Ulu orta su içme, yemek yeme” dedi.
Zaten iftara kısa bir süre kalmıştı. İftar sonrasında yatakhaneye geçtik. Sınav konusunda hırs yapmışım anlaşılan, harıl harıl soru çözüyordum. Bir süre sonra nöbetçi öğretmen geldi. Kapılara vuruyor, “koğuşta kimse kalmasın” diye bağırıyordu.
Teravih namazı için hep beraber camiye geçtik.
Koğuşa döner dönmez uyumak istedim. Sınav ertesi sabah 08:00’deydi. Bir süre sonra aynı öğretmen yine kapılara ve ranzalara vurmaya başladı. Sahur çağrısı yapıyordu. Kalkmak istemedim. Ekipteki Erzurumlu arkadaşım, “yarın kahvaltı olmaz, kalk karnını doyur” dedi.
Hep birlikte yeniden yemekhaneye gittik. Erzurum’un ünlü burma kadayıf dolmasından vardı ama o kadar sertti ki ısırmakta bile zorlanmıştım.
Yatakhaneye döndük. Bana verilen alt ranzada tam uykuya dalmıştım ki yine aynı nöbetçi öğretmen kapıda belirdi. Bu kez ranzalara demir bir çubukla vuruyordu. Sabah namazı vakti gelmişti. Benim olduğum ranzaya vuruyordu ki, yandaki ranzada üstte yatan çocuk “Hocam, onlar Kars’tan gelmiş, yarın sınavları var. Bırakın uyusunlar” dedi. Öğretmen çocuğa “ne yani Karslılara namaz farz değil mi” diye bağırınca, bir kez daha yataktan çıkmıştım.
Sabah olunca, hep birlikte Erzurum Lisesi binasına geçtik. Bende iz bırakan görkemli, tarihi bir binaydı. Sınıfta cam kenarında bir sıraya oturdum. Bir test gelip diğer test gidiyordu. En son Matematik testi gelmişti. Beşinci soru bir teğet sorusuydu. Güneşin de etkisiyle olsa gerek, içim geçmiş ve uyumuşum. Bir süre sonra gözetmen öğretmen uyandırdı.
Beni çok heyecanlandıran, çok önemsediğim bir sınavın finalinin böyle olması hayatımda derin iz bırakan en üzücü sonlardan biri oldu.
Önceki gün Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un liselerdeki yeni eğitim sistemiyle ilgili tanıtım toplantısını izlerken Erzurum’da yaşadığım o geceyi ve sınav gününü anımsadım.
Bakan Selçuk, teoride Finlandiya kıvamında bir tasarım ortaya koyuyordu, ancak açıkladığı sistemde “zorunlu” ve “seçmeli” derslerin listesine bakınca pratikte pek de bir şeyin değişmeyeceği anlaşılıyordu.
Sayın Selçuk, eline bir TYT/AYT deneme testi alıp bakarsa, “ezber yeteneği” ya da “dindarlık” ölçen sorularla dolu sınavlarıyla ÖSYM’nin açıklanan sisteme pek de ayak uyduramayacağını görecektir.
Sistemin “değişmezi”, donanımlarıyla uluslararası alanda rekabet edecek bireyler değil de dindar nesil yetiştirme hırsı olduğu sürece, Finlandiya sistemini kopyalasak da başarılı olmamız zor olacak.