Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Rus menşeli S-400 füzelerinin Türkiye’ye temmuz ayında teslim edileceğini açıklamasının üzerinden 2 hafta geçti.
O günden bu yana ABD yönetiminde Türkiye’yle ilgili olan her yetkili, “Türkiye vazgeçer mi” sorusuna yanıt arıyor.
İsrail ile Filistin arasında “Ortadoğu Barış Süreci”ni yeniden canlandırmak için Kudüs-Ankara-Riyad arasında mekik dokuyan Donald Trump’ın damadı Jared Kushner’ın da Ankara’ya gelmişken S-400 konusuna girmediğini düşünmek biraz saflık olur.
Geçen hafta görüştüğüm bir yabancı diplomat, diplomatik kanallardan ya da arka kapı diplomasisi kanallarından yapılan görüşmelerin sonunda Ankara’nın S-400’leri teslim alma konusunda son derece kararlı olduğunu anladıklarını söyledi. ABD’nin ve NATO ülkelerinin tavrını yansıtan o diplomata göre Ankara’daki bu kararlılık, sadece bir savunma ihtiyacının karşılanması değil, aynı zamanda ABD’ye ve NATO’ya karşı açıktan bir meydan okuma anlamına geliyor.
Peki Türkiye tavrını sürdürürse Amerikan tarafı ne yapacak.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Türk-Amerikan ilişkilerinde başlaması beklenen normalleşme başka bir bahara kalacak. Üstelik bu “iyi” senaryo olacak.
İyi bu ise “kötü” senaryo ne mi olur?
ABD Türkiye’ye karşı yaptırımlara başvurabilir. Bu yaptırımlar F-35 savaş uçakları, Skorsky helikopterleri ve Patriot füzelerinin satışının rafa kalkması ile sınırlı kalmayabilir. ABD yönetimi aynı zamanda S-400 bahanesiyle Türkiye’yi İran, Kuzey Kore ve Rusya gibi ülkelere karşı çıkarılan yaptırım yasası (CAATSA -America’s Adversarieas Trough Sanctions Act) kapsamına alabilir. Washington yönetimi, daha da ileri gidip Türkiye’nin NATO içinde dışlanması, sıkıntılı bir duruma düşmesi için de can sıkıcı bir kampanya başlatabilir. Bunlara Başkan Trump’ın öngörülemez, kontrolsüz çıkışları da eklenirse “en kötü” senaryo ile karşılaşabiliriz.
Türkiye’nin güvenliğini sağlamak için atılan her adım, egemenlik hakkı kapsamındadır. ABD’nin, bırakın engellemeyi, bu adımı sorgulamaya dahi hakkı yoktur. Ancak diplomasinin “dostluklar” değil “çıkarlar” üzerinden şekillendiğini, S-400’lerin beraberinde neler getirebileceğini de unutmamak gerekir.
Keşke “ne ABD ne Rusya, milli hava savunma sistemimiz bize yeter” diyecek durumda olsaydık.



ABD merkezli sivil toplum kuruluşu Adalet Projesi’nin hazırladığı “Hukukun Üstünlüğü Endeksi”nde Türkiye 126 ülke arasında 109. sırada yer aldı. Türkiye’yi Namibya, Ruanda, Burkine Faso ve İran’ın gerisinde gösteren listeyi, Hakimler Savcılar Kurulu (HSK) Başkanvekili Mehmet Yılmaz’a sordum.
Çok tepkiliydi. Önce, şu anda hakim ve savcı sayısının 20 bin civarında olduğuna, bu sayının Kasım’da 23-24 bini bulacağına dikkat çekti. Hem kendilerinin hem hakim savcıların adaleti sağlamak için canla başla çalıştıklarını söyleyen Yılmaz, endeks konusunda şöyle konuştu:
“İçtenlikle söylüyorum. Hukukun üstünlüğü, bütün dünya hukukçularının ortak ilkesidir. Fransa’daki hukukçu da Türkiye’deki hukukçu da bunu ilke edinir. 40 yıldır bu mesleğin içindeyim. Türk hakim ve savcısının, Türk hukuk sisteminin hukuk bilinci Batılı ülkelerin üstündedir. İçtihat zenginliğimiz, hukuk fakültelerimizin yüksek standardı konusunda çok iddialıyız. Son zamanlarda iş yükünün artması gibi sorunlar yaşadığımız doğrudur. İş mahkemesinden, terörle ilgili ağır ceza mahkemesine, iş yükümüz dünya ortalamasının çok üstündedir.  3.5 milyon hukuk, 2.5 milyon ceza davası, 7 milyon hazırlık soruşturması var. Bu iş yükü baskısına sosyal medya baskısını, kamuoyu baskısını, günlerce ara vermeden duruşma yapmanın yorgunluğunu eklememiz lazım. Hukukçu kalitesi, hukukçu birikimi ve çalışma azmi konusunda dünyanın hiçbir ülkesinden geride değiliz. Sansasyonel bir kaç durumdan yola çıkarak, bizi ve hakim-savcılarımızı hiç dinlemeyerek böyle bir tespit yapılamaz.”
Madalyonun bir yüzünde o endeksin gerekçeleri, diğer yüzünde HSK Başkanvekili Yılmaz’ın çektiği fotoğraf var. Doğrunun ne olduğunu ise en iyi adliyelerde hak arayan vatandaşlar biliyor.