Üç hafta kadar önceydi.

Hayatımın en çaresiz anlarından birini yaşadım.

Telefonum çaldı.

Arayan, çok saygı duyduğum bir büyüğümdü, babamın arkadaşıydı.

Sevinçle açtım.

Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Yılmaz bir şey yap, Yılmaz bir şey yap diyor, gerisini getiremiyordu.

Ağabey sakin ol kurban olayım, ne oldu diye soruyordum ama, nafile.

Öylesine paniğe kapılmıştı ki, o dağ gibi adam ağlamaktan konuşamıyordu, gözyaşlarına boğuluyordu, gidemiyorum, haber alamıyorum gibi kelimelerini seçiyordum ama, can kulağıyla dinlememe rağmen ne dediğini anlayamıyordum.

İnanın belki beş dakika dil döktüm, biraz durulur gibi oldu, hâlâ ağlıyordu ama, hiç olmazsa artık sıkıntısını anlatabiliyordu.

Pozitif çıkmıştı.

Dokuz Eylül Üniversitesi hastanesine kaldırılmıştı.

Ama derdi o değildi.

Eşi de pozitifti.

Ege Üniversitesi hastanesine kaldırılmıştı, entübeydi, yoğun bakımda yatıyordu, hayati tehlikesi vardı.

Biri şehrin bir ucunda, öbürü öbür ucunda yatıyordu.

Hıçkıra hıçkıra ağlamasının sebebi buydu.

Bir ömür elele yürüdüğü eşinden haber alamıyordu.

Kendisi de kontrol altında tutulduğu için eşinin yanına gidemiyordu.

Hayat arkadaşını kaybetme korkusuyla paramparça olmuştu.

Aklına ben gelmiştim.

Her iki üniversitede profesör arkadaşlarım olduğunu biliyordu.

Hıçkıra hıçkıra arayıp “bir şey yap” dediği işte buydu.

Eşinden haber getirmemi istiyordu.

“Yoksa öldü de, benden gizliyorlar mı?” diye sordu.

Dedim ya, hayatımın en zor anlarından biriydi.



Turkuaz renkli skorbord tablosunda rakamlardan ibaretmiş gibi gösterilenlerin, her biri... Aslında işte böyle trajik hayat öyküleri.



Hergün binlerce insanımız benzer telefonlar alıyor.

Kimisi tanıdığından, kimisi anasından, kimisi babasından.

Her telefondan sonra binlerce insanımızın hayatı allak bullak oluyor.

Çok yıpratıcı bir süreç başlıyor.

Bir okurum şu mesajı atmış mesela...



“İstanbul’da yaşıyorum, evliyim, karı-koca mühendisiz, bir çocuğumuz var, güya şanslı azınlık denilen vatandaşlardanım.

Pazartesi sabahı saat 8’de, babamın Gemlik devlet hastanesine kaldırıldığı haberi geldi, apar topar gittim.

İleri derece covid tanısı konulmuştu.

Gemlik’e geldim, yer olmadığı için Gemlik devlet hastanesine yatırılmadığını, Bursa şehir hastanesine sevkedildiğini öğrendim.

Neyse, saat 14.30 gibi, babamı şehir hastanesinin acil servisinde sandalyede otururken buldum.

Oksijen vermişler, satürasyonu yükseltmişler, bir odaya getirmişler, orada beklemesini söylemişler.

Bekle denilen oda, herhangi bir evin salonu kadar, en fazla 30 metrekare büyüklüğünde, üç yatak var, dolu, iki tekerlekli sandalye var, dolu, hepsi covid hastası, yakınlarıyla beraber bekliyorlar.

Babam koridora çıkmış, orada bulduğu sandalyeye oturmuş.

Covid acil servisinde durum felaket, hasta sayısı inanılmaz, ne doktor yeter, ne hemşire yeter, ne hastabakıcı yeter, kapasitenin belki 10 kat üstünde hasta var, doktorlar ve sağlık personeli adeta nefes alamıyor, canhıraş çalışıyorlar.

Sağlık personeli perişan olmuş. O televizyonlarda gördüğümüz robocop kıyafetleri kalmamış, çoğunda N95 denilen maskeler yok, iki maske üst üste takmışlar, o kadar...

Hastalar, hasta olmayanlar, sağlık personeli, herkes birarada...

Hastaları acilde tutup, serviste yatak boşalırsa çıkartıyorlar, 24 saat 48 saat acilde bekleyen var.

Muhtemelen ben de oradayken acayip korona yükü almışımdır, maske ne kadar koruyor, şu 5-6 gün içinde göreceğiz.

Herkes başının çaresine bakmaya çalışıyor, ben de öyle yaptım, koridorda dolaşırken boş bir sedye buldum, babamı sandalyeden sedyeye terfi ettirdim!

Saatlerce bekledik, geceyarısı 24 gibi, hastabakıcı geldi, acil ile servis arasında bir bölüme götürdüler, babamı oraya yatırdılar.

Meğer, serviste yer açılıncaya kadar burada bekletiyorlarmış.

Ertesi sabah oldu, öğlen oldu, saat 14 gibi serviste yer açılmış, oraya aldılar.

Babam alttan üstten gidiyor bu arada, diyabeti de var.

Başında duruyorum.

Bir hastabakıcı geldi, tek başına yürüyebilir mi diye sordu.

Yürüyebiliyor dedim.

O halde refakatçiye gerek yok dediler. Beni dışarı çıkardılar.

Ne yapacağımı bilmez halde dışarda dolaşıyordum, dört saat kadar sonra telefonla aradılar, hastanın özel ilgiye ihtiyacı var, alttan üstten gidiyor, refakatçi olarak gelmeniz lazım dediler.

Hastanede yatan herkes korona hastası olduğu için, benim de karantinaya alınacağımı, dışarıya çıkamayacağımı söylediler, dışardan birinin su/meyve vesaire taşımasını tembihlediler.

İçerde yeterli su yokmuş, ihtiyaç oluyormuş.

İçeri girersem, ben de hasta olursam ne olacak, üstelik üvey annem de parkinson hastası, o da evinde koronadan karantinada, bize kim bakacak dedim.

Refakatçi olmanız lazım dediler.

Hemşireye ne diyeyim...

“Biz ne yapalım, sizin babanız değil mi?” dese, verecek cevabım yok.

Çare yok.

Apar topar İstanbul’a geri gittim, kendime ve eşime küçük bir bavul hazırladık, Bursa’ya geldik, otele yerleştik.

Eşim otelde kalacak, bana su filan taşıyacak.

Akdeniz anemisiyim, 25 yıl sigara kullandım, ciğerlerim haşat, girersem çıkar mıyım, bilmiyorum.

Korkuyorum desem, kim ne yapsın.

Eşim romatizma hastası, benim yüzümden ona bir şey olsa, ailesine verebileceğim cevabım yok.

Ömer Seyfettinlik gibi hikaye oldu ama, yaşayıp, göreceğiz.

Maalesef durumum bu.”



Turkuaz tablonuzu pembeye bile boyasanız, durumumuz bu.