Bir milyar dolar harcayarak, 1.150 küsur odalı saray yaptırmışlardı.

29 Ekim’de açacaklardı.

Gösterişli davetiyeler dağıtılmıştı.

Cumhuriyetimiz, Cumhuriyet tarihimizde ilk kez Çankaya Köşkü’nde değil, başka bir yerde, ak saray’da kutlanacaktı.



Hevesleri kursaklarında kaldı.

Şatafatla açacaklardı.

Felaketle açıldı.





Cumhuriyet Bayramı’na bir gün kala Ermenek’te facia yaşandı.

18 madencimiz grizudan filan değil, su içinde boğularak can verdi.

İhmal katliamıydı.

En ufak bir denetim bile yapılmadığı için, yeryüzüne daha yakın seviyelerdeki eski galerilerde yıllar içinde tonlarca su birikmişti, neticede taban delinmiş, aşağıdaki galerilerde kelimenin tam manasıyla “sel baskını” olmuştu.



Facia yaşandığında öğle tatiliydi.

Gel gör ki, öğle tatilinde dışarda olması gereken madencilerimiz 355 metre derindeydi.

Çünkü, maden ocağının sahibi “inmeleri çıkmaları vakit kaybı oluyor, üretim azalıyor” diyerek, öğle tatilinde yüzeye çıkılmasını yasaklamıştı.



Öğle yemeği bile verilmiyordu.

Madenciler yemeklerini kendi evlerinden getiriyorlardı.

“İsteyen bu şartlarda çalışsın, beğenmeyen defolsun gitsin” deniyordu.



301 madencimizi kaybettiğimiz Soma faciasından sonra, maden işçilerinin haklarını arttıran bir yasa çıkarılmıştı.

Mesai süresi sekiz saatten altı saate indirilmişti.

Ancak, güya maden işçilerinin haklarını arttıran bu yasa, maden işçilerinin daha da köleleşmesine sebep olmuştu.

Devlet tarafından gerekli denetim ve takip yapılmadığı için, taşeron patronlar bu yasayı fırsat olarak değerlendirmişti.

“Mesai kısaldı, maliyetlerimiz arttı” diyerek, öğle tatilini bile yasaklamışlardı.

Yemek vermiyorlardı.

İtiraz edeni kovuyorlardı.



Ermenek’teki maden ocağının taşeron patronu, Akp’liydi.

2004 ve 2009 seçimlerinde Güneyyurt beldesinde Akp’nin belediye başkan adayı olmuş, kazanamamıştı.

Seçimleri kazanamamıştı ama, maden ocağını kazanmıştı, 18 işçiye mezar olan madeni 2009’dan beri işletiyordu.



Attı mı mangalda kül bırakmayan “dünya lideriyiz” diyen sayın hükümetimiz, maden ocağına dolan suyu 38 günde zor boşalttı.

38 gün!

Son madencimizin cenazesi çıkarıldığında, takvimler 4 Aralık’ı gösteriyordu, kadere bakın ki, 4 Aralık, Dünya Madenciler Günü’ydü!



Ermenek faciasının simgesi, Recep amca’ydı.

Hayatını kaybeden işçilerimizden Tezcan’ın babasıydı.

Oğlunun cenaze törenine yırtık cızlavet’leriyle geldi.



Cızlavet’in yenisi sadece yedi liraydı.

Alacak durumu yoktu.



Recep amcanın yedi lirası bile yokken, Recep amcayla adaş olan cumhurbaşkanımızın bir milyar dolara saray yaptırması, baş’tan ayak’a, devletin başından, milletin ayağına, Türkiye fotoğrafıydı.



Cızlavet...

Hurda lastikten yapılıyor.

Bildiğin otomobil, kamyon, traktör lastikleri eritiliyor, ayakkabı şeklinde kalıba dökülüyor, presleniyor.

Bağcıkları varmış gibi görünür ama, yoktur.

Bağcık şeklinde motifi vardır.



İsveç malıdır!



1900’lerin başında Wilhelm ve Carl Gislow adında iki kardeş tarafından icat edildi.

Bu iki biraderin aslında otomobil lastiği fabrikası vardı.

Gislaved şehrinde yaşıyorlardı, lastiğin markası da Gislaved’ti.

Hurda lastikleri atmaktansa değerlendirmeyi düşünmüşler, eritmişler, kalıplamışlar, preslemişler, bu ayakkabıyı üretmişlerdi.

Çok ucuzdu.

Sadece İsveç’e değil, bütün Avrupa’ya sattılar.

1930’lu yıllarda Türkiye pazarına girdiler.

Ahalimizin dili dönmedi, Gislaved diyemedi, cızlavet dedi.



Gislow biraderler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu ayakkabının üretimini durdurdu.

Sanayi gelişmişti.

Avrupa değişmişti.

Bu ilkel ayakkabı türevini satabilmek artık mümkün değildi.

Türkiye hariç...

Türkiye’de taklitleri çıktı, şakır şakır üretime devam edildi.



1930’lu yıllarda tıpkı Türkiye gibi Gislaved giyen İsveç... Bugün, kişi başına 56 bin dolar milli geliriyle, dünyanın en zengin, en mutlu, yaşam kalitesi en yüksek ülkelerinden biri oldu.



Gislavedler bu topraklara geldiğinde Recep amca daha yeni dünyaya gelmişti, oğlunun cenaze törenine katıldığında 75 yaşındaydı, ayağında hâlâ cızlavet vardı, üstelik yırtıktı.



Gel zaman git zaman, 2020 oldu.

Koronavirüs salgını başladı.



İsveç’te yaşayan Leyla isimli bir genç kız twitterden mesaj yayınladı.

“Babamın korona testi pozitif çıkmasına rağmen hastaneden eve gönderildi, ülkemizin bize sahip çıkmasını istiyoruz” dedi.

Konyalı sağlık bakanımız bu imdat çığlığına karşı derhal tweet attı.

“Sevgili Leyla, sesini duyduk, baban için hastanelerimiz hazır, ambulans uçağımızla İsveç’e geliyoruz” dedi.



Yandaş medyamızın gururla göğsü kabardı.

“İsveç ölüme terketti, Türkiye özel uçak gönderdi” manşetleri atıldı.

“İsveç sağlık sistemi çöktü, Türkiye yardım elini uzattı” denildi.

Ambulans uçağın gidişi-dönüşü naklen yayınlandı.

Saatlerce gösterildi.

Günlerce gündemde tutuldu.

“İskandinav ülkeleri iflas etti, Türkiye dünya lideri” denildi.



Asrın liderimiz İsveç’e telefon etti, Leyla’yla konuştu.

“Bu devlet, milletinin mecnunudur, sevdiği gurbet elde de olsa onu yalnız bırakmaz” dedi.

Asrın liderimizle Leyla’nın telefon görüşmesi, asrın liderimizin twitter adresinden yayınlandı.

Bütün ana haber bültenleri gösterildi.

Günlerce konuşuldu.



Leyla’nın ambulans uçakla getirilen babası iyileşti, taburcu oldu.

“İsveç ölüme terketti, Türkiye kurtardı” diye manşetler atıldı.

“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi sayesinde, salgında mücadelede dünyanın en başarılı ülkelerinden biri olduğumuz” anlatıldı.

“İsveç bizi gıptayla izliyor” denildi.

“Gurur duy Türkiye” denildi.



Bu haberleri eminim hatırlıyorsunuzdur.

Üç kuruşluk maskeyi dağıtmayı beceremeyen, vatandaşına para yardımı yapacağına iban numarası vererek üste para isteyen sayın hükümetimiz... ABD’ye maske gönderdik, İsveç’e ambulans uçak gönderdik filan diyerek, sayın ahalimize şov yapıyordu.



Bu haberleri seyreden sayın ahalimiz de, İsveç’in battığına, o İsveç’in 75 yıl önce üretmekten vazgeçtiği cızlaveti hâlâ giyen Türkiye’nin İsveç’ten çok daha iyi durumda olduğuna inanıyor, şükrediyordu.



Ve, Türkiye...

Önceki gün Recep amcanın koronavirüsten öldüğünü öğrendi.



Konyalı sağlık bakanımız korona için İsveç’e ambulans uçak göndermişti ama, Konya’da komşuları tarafından hastaneye kaldırılan koronalı Recep amcadan kimsenin haberi yoktu.



Sayın ahalimiz, cızlaveti tee 75 yıl önce üretimden kaldıran İsveç’in Türkiye’yi gıptayla izlediğini düşünürken... Recep amca cızlavetle doğdu, cızlavetle rahmetli oldu.




Fikri Hür, Vicdanı Hür


“Toplum olarak sevinmek ve üzülmek konusunda problemler yaşıyoruz.

Çünkü hissetmiyoruz.

Halil Cibran’ın veciz şekilde söylediği gibi ‘hüzün senin yüreğinde ne kadar büyük oyuk açarsa, ne kadar derine inerse, sevindiğin vakit de o kadar derin olacak mutluluğun...’

Yaptığım her iş ile, mutsuz ve hissetmeyen bir toplumun hissetmesine vesile olmak istiyorum.”



“Ölüm var işin içinde.

Öldürülmek var.

İşsiz kalabilirsin, fiziksel şiddete maruz kalabilirsin, trol kampanyalarına maruz kalabilirsin, hapse düşebilirsin, öldürülebilirsin.

Evet, benim de korkularım var.

Sokaktaki insanlarla karşılaşmalarımda en çok ‘korkmuyor musun?’ diye soruyorlar. Aklıma bile gelmezken, korkuyu hatırlatıyorlar.

Evet, hepimiz korkuyoruz.

Ben de korkuyorum.

İnsani bir duygu olan korkudan ben de nasibimi alıyorum.

Ama korkuyorum diye işimi yapmaktan geri durmuyorum.”



“Korkuna teslim olmayacaksın.

Biraz gazetecilik yoktur, mış gibi yapamazsınız, ya vardır ya yoktur.

Göze alacaksın.

Korksan da boyun eğmeyeceksin.

Bu benim yazgım.”



“Bu topraklarda yazan, okuyan, düşünen, soran, sorgulayan insanlara, ozana, şaire pek iyi gözle bakmazlar.

Çünkü aykırıdır.

Çünkü itaat etmez.

Çünkü, yöneticiler biat ister.

Türkiye’de gazetecilik her zaman zordu, ama bugün her zamankinden de zor.

Giderek daha çok gazeteci işsiz kalıyor, giderek daha çok gazeteci hapse giriyor.

Sabahattin Ali bir gün hakim karşısına çıkmış, hakim ona savcının iddianamesini okumuş, Sabahattin Ali dinledikten sonra “reis bey, biz iktidarları eleştiriyorsak, ülkemizi çok sevdiğimizdendir” demiş.

Benim hayat anlamım, yaşam amacım, tutkum ve aşkım işim.

Ona ihanet edemem, çünkü ülkemi çok seviyorum.”



“Gazeteciler, tepedekilere hoş görünmek için görev yapmak zorunda değildir.

Gazetecinin gözettiği tek çıkar hanesi vardır, o da halkın çıkarıdır.

Ve haber, insan için hep yaşayacak olan, varoluşsal bir ihtiyaçtır.

Ben gerçeğin gücüne inanıyorum.

Gerçek yok edilemez.”






Yıllarca omuz omuza, birlikte çalışmanın gururunu yaşadığım değerli arkadaşım İsmail Küçükkaya’nın yeni kitabı “Fikri Hür Vicdanı Hür”den aldım bu satırları.



Çocukluğundan başlayarak, tüm meslek yaşamını, özellikle son 20 yılın gazeteci-iktidar öykülerini çok çarpıcı detaylarla ve o her zamanki net, duru ve şeffaf anlatımıyla özetliyor.



Edebiyat, ikinci kez okunacak, gazetecilik ise, bir defada anlaşılacak şekilde yazma sanatıdır.

İsmail’in kitabını bir defada anlayacak olmanıza rağmen, başucunuzdan ayırmayıp, tekrar tekrar okuyacağınızdan eminim.

Çünkü, edebiyatçı mertebesine ulaşmış, aklının ve yüreğinin sesini harmanlayarak, Türkiye’nin kodlarını çözmüş bir gazetecinin kitabıdır.



Eğilmeyen bükülmeyen, işiyle-özel yaşamıyla bedel ödeyen, buna rağmen asla geri durmayan, yurtsever bir gazetecinin “rehber” niteliğinde kitabıdır.



Sadece genç gazeteci adaylarına değil, geleceğe dair karamsar duygulara kapılan tüm gençlerimize ve bu canım memlekette evlat yetiştiren her ana babanın mutlaka okumasını öneriyorum.