Hukukta kanun ile kanun üretme sistemi nasıl ayrı şey ise, dinin ilkeleriyle bu ilkelerin yorumu olan içtihatlar da aynı şey değildir. Erbabı çok iyi bilecektir ki, bugün din olarak ortaya konulan hususların/hükümlerin büyük çoğunluğu, klasik dönem fakihlerin ve usulcülerin yorumlarından ibarettir. Dokuzuncu yüzyılda ortaya konulan içtihatlar (bu dönem özgür düşüncenin en güzel örneklerini de taşır) mukallitleri tarafından, Türkiye’nin yetkin fıkıhçısı Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın ifadesiyle “kendiliğinden gelişigüzel kurumsallaştırılır.” Yine Atay Hoca’nın tespitiyle “İslam dünyası bu bilgisizlerin elinde, siyasilerin özel kalem müdürleri gibi sözde dünyayı yönetir ve İslam’ı yok ederler.”   Bu bağlamda esas soru şudur: Onuncu yy’dan sonra yayılmış fıkhi bir mezhebin çıkmaması manidar değil midir; neden bu konu hiç sorgulanmaz? İçtihat/düşünme faaliyeti dokuzuncu yüzyılda bitmiş midir?  Demem o ki, Müslüman fıkıh zihni, hayatın akışına ayak uyduramamıştır.

Şimdi tarihsel sürece bakalım.

İÇTİHATTA SINIRIN KALKMASI

İçtihat faaliyeti, mezhepleri ortaya çıkarır. Şafiler bu faaliyeti kıyastan (bilinenden hareketle bilinmeyene ulaşmak) ibaret sayar ve ancak kıyasla hüküm çıkarılabileceğini (istidlal) söyler. Bu kapsamda Hanefiler istihsan (genel ve yerleşik olanı değil, olayın özelliğini dikkate alarak çözüm bulma), Malikiler ise istislah (bir şeyin iyilik, uygunluk durumuna göre hüküm verme) metodunu kullanır. En katı mezhep olarak bilinen Hanbeliler (Selefiler) haber ve rivayetleri dikkate alır.

Kur’an ve Sünnet zemininde lafız merkezli anlama ve yorumlama, erken dönemlerde dar bir alanla sınırlandırılmış, eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun ifadesiyle “geniş bir alan, dini içtihat alanının dışına çıkarılıp hayatın akışına, serbest yoruma, bireysel ve toplumsal inisiyatife”  bırakılmıştır. Gelgelelim ilerleyen süreçte toplumsal hayatın tüm kuralları içtihat alanına taşınmış ve böylece müçtehitlerin beyanları ile din özdeş hale getirilmiştir. Günümüz din görevlileri dahi “Allah böyle diyor” ya da “İslam’ın görüşü budur” diyerek söze başlar; aslında herhangi bir müçtehidin yorumunu beyan etmektedir, aynı konuda onlarca farklı yorumun var olduğunu gözden kaçırır. Kaldı ki, hükmü verenlerin bilgileri kendi zamanları ve mekanlarıyla sınırlıdır. Mecelle’de geçen “zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” prensibi budur.

CAN YAKAN SORU

Günümüzde İslam’ın, toplumsal sorunlara cevap vermek şurada dursun bizatihi sorun çıkaran bir din olarak algılanmasında fıkhın rolü büyüktür.  Ali Bardakoğlu Yüzleşme” kitabında şöyle der: “...dinin doğrudan ve dolaylı ilgi alanlarını belirlemeden, Müslümanların tarihsel tecrübesini din, şeriat ve fıkıh üçlüsüne göre ayrıştırmadan atılacak adımlar, dinin genel kabulünün ve vicdandaki otoritesinin zorlanması demek olur.”  Hal böyle olunca on dört asrı konuşurken, toplumla ve dönemle bütünleşmiş zihinlerin ürünü olan bir kültürden söz ettiğimizi asla unutmamalıyız. Ali Bardakoğlu, “İslam hukuku” kavramına da karşı çıkar ve “Müslümanların fıkhı” denilmesi gerektiğini söyler. Mesele tam da budur; kelamın, fıkhın, tarihin, yorumların, görüşlerin başına İslam getirilerek, indi/özel görüşlere Allah’ın dini mahkûm edilmektedir.

Sorunları sürekli halının altına süpürerek dini düşüncenin uzun süre direnemeyeceği ortada. Ama esas can yakan soru şu: Müslümanlar yaşadıkları krizden kurtulmak istiyorlar mı? Batı dünyası karşısında (Müslüman coğrafyalarda sadece Türkiye’nin durumu farklı, nedeni de ortada!) bilimden teknolojiye, ekonomiden eğitime düştükleri durumdan gerçekten rahatsızlar mı? Bizdeki siyasal İslamcıların Batı’ya yönelttikleri eleştirileri dikkate alarak sorayım; eleştirmeniz için önce eleştirdiklerinizin seviyesine çıkmanız gerekmez mi? Tanrı inancının olduğu bir dünya ile Tanrısız bir dünyanın farkını koyabilecek bir toplum hangi İslam coğrafyasında var? Eleştirdiğiniz aydınlanma paradigmasının karşısına hangi fıkıh, hangi felsefeyle çıkabilirsiniz? Cevaplarını haftaya tartışalım.