Geçen haftaki yazıma epeyce geri bildirim aldım. Okurlarıma teşekkür ediyorum. Bilim insanı doçent bir beyefendinin; “Aklımı din mi koruyacak? Malımı korumak için dine mi ihtiyacım olacak, dinin öngörülerine mi sığınacağım? Yoksa ben malımı ve dinimi korumak için aklımı mı (bilimi, yasaları mı) kullanacağım?” sorusu, aklı koruma ilkesiyle başlamamı şart kıldı. Beş tümelin (zarûrât-ı hamse) ilki canı korumaktır, elbette yaşam temeldir, diğer tümeller varoluşla anlam kazanır. Ancak felsefede, ontoloji mi öncedir yoksa epistemoloji mi tartışmalarının var olduğunu da hatırlayalım. İlk ve Ortaçağ’da ontoloji (var olma) öncedir,  Descartes’le birlikte epistemoloji (bilgi) öncelik kazanır, zira bir şeye var diyebilmek için bilgi gerekir. Diğer taraftan Gazzâlî ve Şâtıbî gibi isimler, beş tümeli sıralarken dini koruma ilkesini başa alır, eski dünya paradigması içinde bunu da anlamak mümkündür. Biz akılla başlayalım, zira muhatap akıldır.

AKLI KORUMAK 

Hemen söyleyeyim; din, insana akıl vermez; din insanda var olan akletme yetisine ve onun işlevine dikkat çeker. İşlemeyen, işletilmeyen akıl yok hükmündedir; kişi aklını çalıştırmak istemiyorsa, dinin de felsefenin de bilimin de yapacağı bir şey yoktur. Kur’an’da akıl, “bilgi edinmeye yarayan güçtür” ve diğer dinlerle mukayese edildiğinde, İslam akla çağrı yapma özelliğiyle öne çıkar. Düşünmüyor musunuz, ibret almıyor musunuz, tarihten dersler çıkarmıyor musunuz, kıyas yapmıyor musunuz, doğru ölçüler zemininde sonuca gitmiyor musunuz vb. binin üzerinde ayette tefekküre davet vardır. Hatta düşünmenin kendisi ibadettir. Yine Kur’an “ancak bilenlerin akledeceğini” söyler ve bilgiyi kullanmayanlar için “sağırdır, dilsizdir, kördür” der; akletmeyenleri ise muhatap kabul etmez. Özetle İslam’ın çağrısı şudur: Hz. Muhammed’in söyledikleri üzerinde düşünün, yüzünüzü doğaya çevirin düşünün, kendi varlık yapınıza bakın düşünün, geçmiş toplumların başlarına gelenleri düşünün ve tüm bunlardan sonuçlar çıkarın. Tam da bu noktada dinin akla verdiği işlev hayata anlam yüklemektir. Kâinatta hiçbir şey boşu boşuna var olmamıştır; her şeyin bir ereği/amacı vardır, din bunu idraklere sunar. Salt bilimsel akıl, anlam üretemez, estetik de üretemez ama din, anlam yaratan akıldan söz eder. Aklı; bilim de sanat da felsefe de din de kullanır, ama kullanışları farklıdır. Din geçmişten günümüze varoluşsal sorular sorar; dolayısıyla anlam arar. (Niçin dünyaya geldim, nereden geldim, niçin Tanrı’ya inanmak zorundayım, niçin ahlak gerekli vb.)  Felsefenin temeli şüpheye dayanır, soruları bitmez ve fakat din insanı aklıyla bir yere getirir ve Tanrı’ya teslim olmasını teklif eder. Bu teslimiyetin huzur ve barış vaadi vardır. Diğer taraftan din, aklı atıl hale getirmenin sakıncalarını da ortaya koyar. Atıl akıl, Kur’an’ın eleştirdiği akıldır. İslam, eleştiri üzerinden muhataplarıyla buluşur. Hz. Muhammed’in kendisine karşı çıkanlara ilk eleştirisi ata geleneğine körü körüne bağlanmalarıdır. İslam özgün değildir; temel ilkeler İbrâhimî gelenekle birebir aynıdır. Hz. Muhammed’in misyonu, bu geleneği sorgula(t)maktır. Demem o ki, bir Müslüman, Hz. Muhammed’in misyonunu sürdürecekse (gai/amaçsal okuma bunu gerektirir) en başta şu sorulara cevap vermesi gerekir. Yerim doldu, haftaya devam edelim.