Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın işi gerçekten zor. İki alternatiften birini seçmesi gerekiyor ama ikisinin sonuçları da siyaseten olumsuz olabilir.

Neden böyle düşündüğümü arz edeyim:

Memleketin ekonomisinde sorun var. Sadece ucuz ekmek, sosyal yardım kuyruğu yok. Kamuya iş yapan müteahhitlerin de alacaklarını tahsil etmek için girdiği “hak ediş” kuyruğu var. Sadece vatandaşın değil devletin ekonomik durumu da sıkıntıda.

Kuyruklardan kurtulmak, sıkıntılardan kurtulmak için “kaynak” lazım.

Satıp nakite çevirebileceğimiz petrolümüz ve doğalgazımız yok. Özelleştirecek kurum, satılacak arazi de pek kalmadı.

O halde dinamik/genç/donanımlı nüfusumuz sayesinde daha fazla üretim ve ihracat yapmalı, muhteşem coğrafyamız/kültürel varlıklarımızla daha fazla turist çekmeliyiz.

Hem sanayi hem turizm yatırımları için iki yol var:

- Ya (devlet ve özel sektör olarak) dışarıdan borçlanacağız.

- Ya doğrudan yabancı yatırımcı bulacağız.

Borç, uzun vadede işleri daha da kötüye götürebiliyor. Zira kurlar da faizler de Türkiye’nin hali hazırdaki borçların faizine ödediği faturalar da çok yüksek.

Geriye bir tek yabancı doğrudan yatırımcılar kalıyor (Şu borsaya, dövize para yatırıp paradan hızlı ve çok para kazanan ve kârlarını alıp gidenleri değil, Türkiye’de fabrika kurup, istihdam yaratıp ihracat yapan yatırımcıları kastediyorum).

Yeni ekonomi yönetimimiz onlara güvence veriyor ama yabancılar Türkiye’ye para yatırma konusunda hâlâ tereddütlü.

Çünkü gidecekleri ülkede, siyasetçilerin verdiği sözlere değil, hukuk devletinin ve yasaların sunacağı güvencelere, uluslararası kredibilitesi olan standartlara bakıyorlar.

Bir Alman otomotiv devi tam da bu gerekçelerle yeni fabrikasını Türkiye’de kurmamıştı.

Geçmişte IMF programı uygulanması dahi yabancı yatırımcılar için güvence olabiliyordu.

Avrupa Birliği aday adaylığı, Maastricht Kriterleri’ne uyum, NATO üyeliği, kritik uluslararası sözleşmelerin tarafı olmak da o eşikler/standartlar arasında yer alıyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, kaynak bulunması, ekonominin toparlanması için içeride reform yapılması, bu sayede Avrupa Birliği ve ABD’yle iplerin kopartılmaması gerektiğinin farkında. Bu nedenle muhatabı “dış kamuoyu” olan güçlü bir “reform iklimi”ne ihtiyacı var.

Gelecek haftadan itibaren sıkça duyacağımız İnsan Hakları Eylem Planı, Hukuk Reformu ve Ekonomi Reformu yaratılmak istenen reform ikliminin sacayakları olacak.

★★★

Ancak, ülkede başka bir güçlü iklim daha var ki o iklimle reform iklimi pek aynı ortamda bulunamıyor. O da muhatabı “iç kamuoyu” olan “fezleke iklimi”.

Malum: HDP’lilerin fezlekeleri görüşülecek. Büyük ihtimalle de AK Parti, MHP ve İYİ Parti’nin desteğiyle kabul edilecek. Yine büyük ihtimalle fezlekesi kabul edilen HDP’li vekiller tutuklu yargılanacak ve bu isimler hükümleri kesinleşene kadar milletvekili kalacağından Türkiye “cezaevlerinde en fazla milletvekili olan ülke” haline gelecek.

HDP’nin kapatılmasına sıcak bakmayan AK Parti’nin “milletvekillerini yargılama” yolunu açmayı bir “orta yol” olarak gördüğü çok açık.

Bu sayede başka bir hedef de Millet İttifakı’nda bir ayrışma sağlamak.

İYİ Parti fezlekelere “evet” diyecek ama iktidar “Bakın müttefikiniz (CHP) terör destekçilerine arka çıktı” diyerek İYİ Parti’yi sıkıştırmaya çalışacak. Diğer taraftan da “teröre destek verdiğiniz kanıtlandı” denilerek CHP’nin üzerine gidilecek.

Fezleke ikliminin doğal bir sonucu daha olacak. HDP’lilerin başına gelecekler Avrupa Birliği’nden, ABD’den tepki görecek. O tepkiye karşı Türkiye’de herkes AK Parti Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu gibi sağ ve sol yumruğunu havaya kaldırıp “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, kahrolsun Avrupa Birliği” diye slogan atacak.

(S-400 ve ABD’nin teröre verdiği destek meselesine girmiyorum dahi...)

Nihayetinde “fezleke iklimi” iç kamuoyunu ikna edecek ama “reform iklimi”nin muhataplarını ikna etmesi pek mümkün olmayacak

Ez cümle, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ikisinden birini seçmek zorunda kalacak.

Sizce hangisini seçmeli?