Eve ilk televizyonun geldiği zamanları dün gibi anımsarım. Babamın öğretmen maaşıyla aldığı, Sharp Lorenz marka siyah beyaz bir televizyondu. Demirden direk bulamadığımız için antenini uzun bir sırığın üzerine yerleştirmiş, onu da çatıya dikmiştik.

Mahallede başka televizyon olmadığından komşular film izlemeye bize gelirdi. Herkesin görebilmesi için televizyonu yüksek bir yere koymamız gerekmiş, yer olarak iki gözlü gardırobun üstünü seçmiştik. Devasa regülatörünü de gardırobun üzerine koyduğumuzdan televizyonu açmak için biz çocuklar her seferinde sandalyeye çıkmak zorunda kalıyorduk. İyi niyetle bulduğumuz bu çözüm, mahallede uzun süre “Ali Rıza Dayı şaşı olduğu için televizyonu gardırobun üzerine koymuşlar. Ancak öyle görebiliyor” diye esprisi konusu yapılmıştı.

Uzatmayayım, “Ekrem Bora’ydı, Türkan Şoray’dı” derken bütün mahallenin gençleri Yeşilçam filmlerinin müptelası olmuş, haftanın belli günleri bizim evi doldurmaya başlamıştı.

Benim için Yeşilçam filmlerinin en güzel yanı İstanbul’u izlemekti. Boğaziçi’ni, Anadolu ve Rumeli hisarlarını, Göksu’yu, Haydarpaşa’yı, Galata’yı, Haliç’i Sarayburnu’nu, Sultanahmet’i ilk kez o filmlerde görüp hayran olmuş, hep İstanbul’a gitme hayali kurmuştum. Tatillerde çalışmak için İstanbul’a gidip gelen arkadaşlara uzun uzun filmlerdeki mekanları görüp görmediklerini sormuştum.

★★★

O filmlerden biri, İzzet Günay ile Mine Mutlu’nun oynadığı Sırrı Gültekin’in imzasını taşıyan 1972 yapımı “O Ağacın Altında” filmiydi. Arkada muhteşem bir şarkı eşliğinde öyle güzel bir İstanbul akıyordu ki hayran olmamak mümkün değildi.

[caption id="attachment_6472507" align="alignnone" width="1200"] O Ağacın Altında[/caption]

[caption id="attachment_6472508" align="alignnone" width="1200"] Arkadaşımın Aşkısın[/caption]

Türker İnanoğlu’nun 1968’de yapımı “Arkadaşımın Aşkısın”, Mehmet Bozkuş’un 1969’da çektiği “Ağlama Değmez Hayat”, Osman Seden’in 1974’te çektiği “Yaz Bekarı”, yine Türker İnanoğlu’nun 1979 tarihli “Taşı Toprağı Altın Şehir” filmlerindeki İstanbul o kadar yeşil ve o kadar maviydi ki!

Ya Ertem Eğilmez’in 1974 tarihli “Salak Milyoner” filminde Metin Akpınar, Zeki Alasya, Halit Akçatepe ve Kemal Sunal’ın altın bulmak için sokaklarını arşınladığı İstanbul’un güzelliğini anımsıyor musunuz?

[caption id="attachment_6472509" align="alignnone" width="1200"] Ağlama Değmez Hayat[/caption]

★★★

5 Haziran Çevre Günü’nde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan çıkıp “Ben İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı devraldığımda öyle ağaç mağaç yoktu” dediğinde aklıma doğrudan o filmler geldi.

Erdoğan’ın gerçeği söylemediğinin en büyük kanıtı o filmlerdi.

O konuşmanın metnini yazanlar, Yeşilçam filmlerinden birini dahi izleselerdi eğer, o cümleyi oraya koymaz, haliyle de o gün sosyal medyada alay konusu olmaz, bu kadar da tepki çekmezlerdi.

Lafı eğip bükmeğe gerek yok. İstanbul’a en büyük zararı Erdoğan’ın “1994 Ruhu” verdi. Rant uğruna, betonlaşma, çarpık kentleşme, orman arazilerinin talan edilmesi, Marmara Denizi’nin atık deposuna çevrilmesi hep o ruhun eseri oldu. İnanmıyorsanız şu iki haritayı karşılaştırın:

[caption id="attachment_6472510" align="alignnone" width="1200"] 1994[/caption]

[caption id="attachment_6472511" align="alignnone" width="1200"] 2020[/caption]

Bugün hayatımızda Yeşilçam’ın yeşil İstanbul’unun yerine, “meymenetsiz” camdan/betondan silueti bozuk bir İstanbul almışsa, sorumlusu o ruhun mimarlarıdır.

★★★

27 yıllık bu mirasın eserlerinden sadece biri olan ve Marmara Denizi’ni esir alan müsilajı (deniz salyasını), “meymenetsizlik”, “uğursuzluk” sözleriyle 2 yıllık CHP Belediyesi’ne yıkmaya çalışan AK Parti Erzurum Milletvekili İbrahim Aydemir de o ruhun katıksız bir tezahürüdür.

Oturup, Marmara Denizi’nin bugün düştüğü durumun öngörülebildiği, çözüm önerilerinin sunulduğu bir bilimsel çalışma aradım ama bulamadım. Karşıma bir tek 2008 yılında dönemin CHP İl Başkanı Gürsel Tekin’in yaptırdığı “İstanbul’un Su Politikaları Sempozyumu”na sunulan bilimsel makaleler çıktı.

Onlarca bilim adamı, küresel ısınmanın göz göre göre gelen sonuçlarına, İstanbul’daki atık politikasının yanlışlığına dikkat çekmişler ama nafile. Bırakın iktidarı, CHP yönetimi dahi o uyarıları yeterince ciddiye alıp işleyememiş.

Böyle giderse, kalıcı sonuçlar getirecek önlemler alınmazsa, konu palyatif bir iki tedbirle geçiştirilirse, tereddütsüz “bu daha iyi günlerimiz” diyebilirim.

Artık İstanbul’da gölgesinde oturacak bir (m)ağaç, seyredecek bir deniz arar dururuz.

Hele bir de bir inatlaşma projesi olan Kanal İstanbul hayata geçirilirse, siz o zaman görün Marmara’nın halini!