Patricia, alkolik bir annenin kızı olarak 1930 yılında dünyaya geldi. Bağımlı anne, onu 5 yaşında iken yuvaya verdi. Kısa bir süre sonra çocuk sahibi olamayan bir karı koca, Patricia’yı evlatlık edindi. İsmi de Marie Rose olarak değiştirildi.

Ne yazık ki küçük kızın talihsizliği devam ediyordu. Zira yeni anne ve babası sadist çıkmışlardı! İtalyan asıllı sadist çift, Marie’yi evin mahzenine kapayıp sistematik biçimde işkence ediyorlardı. Dışarıdan bakıldığında normal ve çok saygın göründükleri için, bunu yıllarca rahatlıkla gizlediler ve çilekeş çocuğa adeta cehennem hayatı yaşattılar.

★★★

Zulme daha fazla dayanamayan Marie Rose, 17 yaşında iken felç geçirdi. Halüsinasyonların da eşlik ettiği ağır hastalık tablosu nedeniyle “şizofreni” teşhisi konularak akıl hastanesine yatırıldı. Marie hayatının en zor 17 yılını orada geçirdi. Umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranıyor, yemek yiyemiyor, yerinden kımıldayamıyor ve sürekli intihar etmeyi düşünüyordu.

★★★

Otuz dört yaşına geldiğinde bir doktor, Marie’nin durumunun yeniden değerlendirilmesini istedi. Bunun üzerine Marie, heyet kontrolünden geçti. Sonuç şaşırtıcıydı. Yeni rapora göre; hekimler onun şizofren olmadığına, ağır bir depresyon geçirdiğine ve zaman zaman panik ataklar yaşadığına karar vermişlerdi. İdealist doktorun girişimiyle başlatılan süreç mutlu sonla noktalandı ve Marie, hastaneden taburcu edildi.

★★★

Nihayet özgürlüğüne kavuşmuştu.

Terk edilmiş, işkence ve tacize uğramış, otuz dört yılı ziyan olmuş bir talihsiz için yeni yaşam kurmak çok zordu. Ama o yılmadı, kızgın, öfkeli ve umutsuz olmak yerine, hayata sıfırdan başlamayı yeğledi.

★★★

Salem State Üniversitesi’nin Psikiyatri Bölümü’nde okudu ve mezun oldu. Hem de öğrenciliği sırasında kansere yakalanmasına rağmen!.. Ama tam bir savaşçı olan Marie hem kanseri yenmeyi hem de diplomasını almayı başardı. O arada akıl hastanesinde tedavi görmüş biriyle tanışıp evlendi. Ancak ne yazık ki, kendisi gibi talihsiz biri olan eşi Joe da kansere yakalanmıştı. Altı sene sonra kocasını kaybeden Marie, uzun yıllar psikiyatrist olarak çalıştıktan sonra, Harvard Üniversitesi’nde lisan züstü eğitim aldı, konferanslar verdi ve nihayet biyografisi Hollywood’un dikkatini çektiği için hayatı film oldu.

“Nobody’s Child”, birçok ödüle layık görüldü...

★★★

Elli sekiz yaşındayken, çok büyük ve çok anlamlı bir başarıya ulaştı. Hayatının acılarla dolu 17 yılını geçirdiği hastaneye yönetici olarak atandı.

Bir basın toplantısında, başarısının sırrını soran gazeteciye şu cevabı verdi:

“Eğer affetmeyi öğrenmeseydim, bir damla bile gelişemezdim. Ziyan edilmiş bir hayatı yaşar ve bu hastaneye asla yönetici olarak dönemezdim!..”

★★★

Haber ajanslarından biri de onun zaferini şöyle özetledi:

“En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuktur. Affetmek ise bunun en kestirme yolu. Affetmeyi gerektiren her yara, içinde önemli bir dersi barındırır. Dersi anlayabilmek için yarayı yeniden deşerek yüzleşmek zorunda kalsak bile!..”

★★★

Marie Rose Balter’in öyküsü, hayatta hiçbir şeyin imkansız olmadığını gösteren, yaşam kapılarımızın tüm mucizelere açık olduğunu anlatan muhteşem bir örnek...

Yeter ki biz, karşımıza çıkan engeller, tehlikeler ve kötülüklerden yılmayıp, o mucizeyi hak edecek başarı azmini gösterelim ve kazanmaya yönelik umudumuzu asla kaybetmeyelim.

Özellikle canlarımızı, evlerimizi, ağaçlarımızı, arılarımızı, anılarımızı ve hayallerimizi cayır cayır yakıp geçen, hepimize gözyaşı döktüren, şu kabus gibi orman yangını günlerinde...