İngiliz zırhlıları Çanakkale kıyılarımızı dövüyordu.

Mecidiye tabyasında ağır hasar vardı, topa mermi yüklediğimiz vinç parçalanmıştı, top susmuştu, çaresizlik ölümden ağırdı.

Ama Seyit’in bu çaresizliğe teslim olmaya niyeti yoktu.

Çekilin dedi, devasa mermiyi sırtladı.

Namluya sürebilmek için altı basamaklı merdiven çıkması gerekiyordu, ağır ağır tırmandı, son bir gayretle topun kundağına yerleştirdi, bum... 750 mürettebat taşıyan 125 metrelik Ocean zırhlısını, Çanakkale Boğazı’na gömdü.



Seyit o mermiyi sırtında taşırken, ordu komutanımız Alman paşaydı.

İstihkam komutanımız Alman’dı.

İstihbarat komutanımız Alman’dı.

Donanma komutanımız Alman’dı.

Genelkurmay ikinci başkanımız Alman’dı.

Boğazlar komutanımız Alman’dı.

Tahkimat komutanımız Alman’dı.

Ordu başmüfettişimiz, kolordu komutanımız, lojistik komutanımız, tümen komutanlarımız, tabya komutanlarımız, Alman’dı.



E, bütün “paşa” unvanlarını, bütün omzu kalabalık rütbeleri elaleme verince, o devasa top mermisini taşıma görevi kime kalmıştı?

Seyit’e.



Seyit’in taşıdığı mermi, Alman malıydı.

Namlusuna sürdüğü top, Alman malıydı.

Seyit’in o hepimizin hafızasına mıh gibi çakılan efsane fotoğrafı vardır ya... O fotoğrafı Alman ordusunun Alman fotoğrafçısı çekti.

Fotoğraf makinesi Alman malıydı.



Çünkü...

Seyit’in sırtındaki aslında sadece top mermisi değildi.

Akıla, bilime saygısız, dünyaya korkak, milletine gaddar, kendini kurtarması için yabancıdan medet uman, basiretsiz kafanın yüküydü.



Seyit’in sırtındaki aslında... Kendi şatafatlı koltuğunu korumak için dini-imanı alet eden, elalem istedi diye elalemin savaşına giren, kendisi dalkavuklarıyla saraylarda otururken milletin gariban evlatlarını hoyratça ateşe süren, liyakatsiz zihniyet silsilesinin yüküydü.



Bu liyakatsiz kafanın faturası elbette ağır oldu.



Çanakkale’de oluk oluk kan aktı.

Tıbbi malzeme yetersizdi, kanamayı durdurabilmek için, şarapnelle parçalanan kollar, bacaklar iple bağlanarak sıkılıyordu, vücuda saplanan mermilerin deliklerine ot tıkanıyordu, ot bulunamazsa çamurla sıvanıyordu.

Yaralar kurtlanıyordu, kireçle temizlemeye çalışan gazilerimizin feryatları, gecelerin karanlığını yırtıyordu.

Daracık alanda binlerce ölü beden yatıyordu, milyarlarca sinek üşüşmüştü, kavurucu sıcakta buram buram ağırlaşan koku, sinek sürülerini mıknatıs gibi çekiyordu, ölülerin ağızlarına burunlarına kulaklarına giriyorlardı.

Anzak askerlerinin hatıra defterlerinde yazıyor, “uyku uyumak imkansızdı, vızıldayan kanatlarla çöken kara bulutlar, insanı çıldırma noktasına getiriyor”du.

Tuvalet filan yoktu, siperlerde kovalar vardı, sağlık ekipleri toplar, herhangi bir yere boşaltırlardı, siperlerin arkasında iki üç metre derinliğinde çukurlar kazılırdı, üstüne kalas konulurdu, o kalaslar oturma yeriydi, üstünde dengede durarak çömeliyor, işini görmeye çalışıyorlardı, dengesini kaybettiği için, kalas kırıldığı için çukura düşenler oluyordu.

İshal salgını vardı.

Anzak askerleri tüyler ürpertici şekilde tarif ediyordu, “öylesine bitkin düşersin ki, kedi yavrusu kadar aciz kalırsın, doktor dün gece kaç kere tuvalete gittiğimi sordu, 16 kere dedim, paçalarıma kan damlıyordu, dizanteri insanı öldürmeden önce onurunu elinden alan bir hastalık.”

İçme suyu yetersizdi, kuyu suyu hastalık getirmekten başka işe yaramıyordu, yıkanmayı çoktan unutmuşlardı, bizim aslanlarımız şikayet etmiyordu ama, Anzak eri Steve Moyle mesela, korku filminden farksız hatırasını şöyle anlatacaktı: “Mataralarımızı kuyuya sarkıtırdık, garip bir tat olduğunu söylerdik, bir gün istihkamcılar geldi, aşağıya çengellerini salladılar, çürümüş bir ceset çıkardılar.”



Peki, bunca olumsuzluğa rağmen nasıl oldu da kazandık diyorsanız?



Bugün 18 Mart.

Çanakkale Zaferi olarak kutluyoruz.

Ama aslında Çanakkale Savaşı, hep anlatıldığı gibi 1915’te denizde başlayıp, 1916’da karada kazanılmadı.

Biz o zaferi tee üç yıl önce 1913’te kazandık!



Çünkü...



Mustafa Kemal, Trablusgarp’tan yeni dönmüştü, askeri ataşe olarak Sofya’ya gitmeden önce Çanakkale Boğazı’na atandı.

Kader adeta onu buraya getirmişti...

O günlerde henüz kendisi de farkında değildi ama, üç yıl sonra tarihin akışını değiştireceği Çanakkale’yi üç yıl önceden inceleme fırsatı yakalamıştı.



Üç bin yıl önce Truva Savaşı’nın yaşandığı yerleri karış karış dolaştı.

Kitap merakı sayesinde klasik literatüre hakimdi, İlyada’yı okumuştu.

Homeros’un mitolojik destanındaki yer tariflerini keşfetmeye çalıştı.

Karadan ve denizden saldırı noktalarının o günkü konumlarıyla bugünkü şartlarını harita üzerinde karşılaştırdı, krokiler çizdi.



Milattan önce 334 yılında Asya seferine çıkan Büyük İskender, 35 bin kişilik ordusunu Çanakkale Boğazı’ndan geçirmişti.

O geçiş güzergahını adım adım inceledi.

Boğazı tekneyle geçti, Büyük İskender’in Anadolu topraklarına ayak bastığı yerden karaya çıktı, neden o noktanın seçilmiş olabileceğine dair coğrafi notlar tuttu.



Herodot okumuştu.

Yıllar yıllar sonra “300 Spartalı” filmine konu olacak Termofil Savaşı’ndan haberdardı.

Tıpkı Homeros’un izini sürdüğü gibi, Herodot’un anlattığı yer tariflerini de keşfetmeye çalıştı.

Milattan önce 480 yılında Yunan topraklarını istila etmek için gelen Pers kralı Kserkes’in 50 bin kişilik devasa ordusuyla Anadolu tarafından Avrupa tarafına geçtiği noktayı inceledi, notlar tuttu.



Yine böyle bir Mart günüydü...

Truva antik kentine geldi.

Saatlerce gezdi, düşündü, krokiler çizdi.

Achilles’in mezarı olarak bilinen tümülüsü ziyaret etti.



(Tıpkı Mustafa Kemal gibi, Fatih Sultan Mehmet de Homeros’un İlyada’sından etkilenmişti, Truva’ya gitmişti. Yanından ayırmadığı vakanivüsü Kritovulos’un notlarından biliyoruz, Truva’nın kalıntılarını gezmişti, Achilles’in Hektor’un mezarları hakkında bilgi almıştı, kahramanlıklarını saygıyla anmıştı. Truva’nın coğrafi konumunu, denizle-karayla ilişkisinin stratejik yararlarını irdelemişti. Papa II. Pius’a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul’un fethini Truva’nın rövanşı olarak görüyordu.)



İngiliz genelkurmayı da aynı metodu uygulamıştı.

Çanakkale Savaşı hazırlıkları sırasında bölgenin antik tarihi üzerine araştırmalar yapmışlardı, Truva dönemine ait antik çağ haritalarından faydalanmışlardı.



Truva Savaşı’nda lojistik üs olarak kullanılan Bozcaada, Gökçeada ve Limni adaları, Çanakkale Savaşı’nda İngilizler tarafından lojistik üs olarak kullanıldı.



Truva Savaşı’nda Beşige koyu’na şaşırtma amaçlı sahte çıkarma yapılmıştı, İngilizler aynısını Çanakkale Savaşı’nda yaptı.



Truva Savaşı’ndaki efsane Truva Atı’nı herkes bilir.

Çanakkale Savaşı’nda Truva Atı hilesi bile kullanıldı.

İngiliz kurmayları, donanmanın kömür ihtiyacını karşılayan 105 metre uzunluğundaki River Clyde isimli kömür şilebini, modifiye ederek çıkarma gemisine dönüştürmüştü.

Dışardan bakıldığında eski püskü kömür şilebi görüntüsüydeydi.

Güvertesinde askeri teçhizat görünmüyordu.

Halbuki, ambarları hınca hınç asker doldurulmuştu.

Dümeni kilitlenip yanlışlıkla savrulmuş gibi karaya oturacak, vurulmaya değer hedef olarak görülmeyecek, hava kararınca içindeki iki bin asker karaya çıkacak, ilk savunma hattımızı delecek, arkadan gelecek olanlara gedik açacaktı... Neyse ki beceremediler.



Truva’yla Çanakkale’nin üç bin yıllık hesaplaşma olduğunun bir başka kanıtı, Agamemnon’du.

Britanya donanmasının en güçlü savaş gemilerinden birinin adı, Agamemnon’du.

Orijinal Agamemnon ise, Truva’yı yıkmaya gelen Akha ordusunun başkomutanının adıydı.

Osmanlı’nın ölüm fermanı anlamına gelen Mondros Mütarekesi’nin, başka yer yokmuş gibi, Agamemnon zırhlısının güvertesinde imzalanması da, elbette tesadüf değildi.



Fatih Sultan Mehmet’in tespiti, muhteşem isabetliydi.

İstanbul’un fethi, Truva Savaşı’nın rövanşıydı.

Üç bin yıl sonra Çanakkale’yi geçmeye çalışanlar, Truva’nın rövanşını kaybedenlerdi.

Çanakkale Savaşı, tıpkı Truva Savaşı gibi, doğu ile batı’nın, Avrupa’yla Anadolu’nun mücadelesiydi.



Ve...

Truva’nın stratejik planlarını bizzat yerinde inceleyen, ölçüp biçen, notlar alan Mustafa Kemal, üç yıl sonra, 1915’te yeniden Çanakkale’ye geldi.



Aciz saray yönetimi ve ordunun teslim edildiği Alman paşalar adım adım felakete sürüklenirken... Mustafa Kemal ne yapacağını, nerede yapacağını, nasıl yapması gerektiğini kafasında çoktan kurgulamıştı.



Anafartalar...

Savaşın kırılma noktasında yeralan iki köyümüzün ortak adıydı.

Küçük Anafarta köyü.

Büyük Anafarta köyü.

Anafarta kelimesi, yerel ağızda “rüzgara karşı, çok rüzgar alan yer” manasına geliyordu.

Anafartalar Kahramanı’nın emperyalizm rüzgarına karşı durduğu yer, coğrafyanın sözlük anlamına da cuk oturuyordu.



Çanakkale Zaferi, hamasetle değil...

Mustafa Kemal’in analitik zekasıyla, entelektüel birikimiyle kazanıldı.



(Seyit’in o devasa mermiyi namluya sürdüğü noktaya dönersek...)



(Çanakkale Boğazı’nı üstten geçemeyen itilaf devletleri, kara savaşından önce ikmal yollarımızı kesmek ve moralimizi bozmak için “sinsi silah”ı devreye sokmuşlardı. Denizaltılar... Çanakkale Boğazı’nı alttan geçerek Marmara’ya sızmaya başladılar.

İlk birkaç denemede mayınlara yakalandılar, vuruldular.

Bu tehlikeli görevi ilk başaran, Avustralya’nın AE2 denizaltısı oldu, Marmara’ya girdi, ruhumuz bile duymamıştı. Neyse ki, tek bir gemimizi bile batıramadan farkedildi, Marmara’da batırıldı.

Ancak... AE2’nin keşfettiği rota, Çanakkale Boğazı’nın geçiş hattını itilaf kuvvetlerine öğretmişti. Yol oldu.

İngiliz denizaltısı E11, aynı yolu takip ederek Marmara’ya geçti.

Cepheye asker ve mühimmat taşıyan gemilerimizi avlamaya başladı.

Kahredici bir skora ulaştı. Dile kolay... 96 gün içinde, aralarında Barbaros Hayrettin zırhlısının da bulunduğu 94 gemimizi batırdı.

Sulara gömülen gemilerimizden biri, Halep vapuru’ydu.

54 metre boyunda şehir hatları vapuruydu.

Gövdesi beyaz, bacaları siyah, yandan çarklıydı.

İstanbul’dan Mudanya’dan asker, cephane, erzak yüklüyor, Akbaş Limanı’na getiriyor, dönüşte yaralılarımızı taşıyordu.

25 Ağustos 1915... Gece boyunca cepheden sedyelerle taşınan 200 yaralı askerimiz sabahın ilk ışıklarıyla beraber Halep vapuru’na bindirilmişti, yola çıkmak üzereydiler.

Tam o sırada, hiç sezdirmeden limanın ağzına kadar girmiş olan İngiliz denizaltısının kaptanı, periskopundan Akbaş Limanı’nı seyrediyordu, demirli halde üç gemi vardı.

Saat 07.20’de bitirici vuruşunu yaptı.

Sonra da seyir defterine şunları yazdı:

“Limanda bağlı üç vapur görüyordum. Yakınımızda olanı Kızılay amblemleri ile boyanmış bir hastane vapuruydu. Ona saldırmaktan hemen vazgeçtim, diğer vapura yöneldim ve torpidoyu ateşledim. Üzerinde hiçbir işaret bulunmayan bu vapur muhtemelen cephane taşıyordu. Ön kısmından isabet aldı, hızla batmaya başladı.”

İngiliz kaptan hedefini yüzde yüz isabetle vurmuştu ama, maalesef tahmininde yanılmıştı.

Halep vapuru cephane getirirken Kızılay bayrağını çıkarıyor, yaralı götürürken Kızılay bayrağını takıyordu, yola çıkmadan önce Kızılay bayrağı takılacaktı.

İngiliz kaptanın bunu bilmesi elbette imkansızdı, Kızılay bayrağını görmeyince torpidoyu yolladı.

200 yaralımız şehit oldu, Akbaş Limanı’na defnedildi.)



(Halep vapuru... Tarihin akışını değiştiren Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’i Tekirdağ’dan Çanakkale’ye getiren vapurdu!)



(Kader bir kez daha Türk milletinin yanındaydı...

Halep vapuru Mustafa Kemal’i taşırken vurulup batsaydı, ne Çanakkale Savaşı kazanılırdı, ne Kurtuluş Savaşı kazanılırdı, ne de Türkiye Cumhuriyeti varolurdu.)



Maalesef bakıyoruz bugün...

Yüz sene önce milletin kaderini elaleme teslim eden liyakatsiz saltanatçılar, yüz sene sonra utanmadan, Mustafa Kemal sayesinde yazılan Çanakkale destanını, Mustafa Kemalsiz kutlamaya çalışıyorlar.



Değerli gençler...

Tarihimizin gerçeklerine sahip çıkın.

Mustafa Kemal’e saldıranlara karşı çıkın.

Akıldan, bilimden, liyakatten yana olun.

Biat kültürünün esiri olursanız...

Kaçınılmaz olarak gün gelir, imkanlar içinde imkansız kalır, o top mermisini sırtınızda taşırken bulursunuz kendinizi!