Bin yüz elli odalı saray yapılırken...


Bin yüz elli odalı sarayda iki bin bilmem kaç kişiyle oruç açılırken...


Bin yüz elli odalı sarayda merdivenlere dizilmiş Kara Murat filmlerinden fırlayıp oraya gelmiş gibi duran pala bıyıklı, eli mızraklı, başı miğferli ilginç kıyafetli birliklerle yabancı bir devlet adamı karşılanırken...


Yazlık saray yapılırken...


300 odalı olduğu söylenen Yazlık saray için 640 milyon lira harcanırken...


Yazlık sarayın projesini yapan mimarın paylaştığı çizimlere bakarken...


Yazlık sarayın bitmiş halinin üç beş fotoğrafını incelerken...


Yazlık saray için 10 bin 966 metrekarelik dolgu alan yapılırken, sahile özel kumlar ve çakıllar dökülürken...


10 bin metre kare üzerine oturacak Kışlık sarayın inşaat fotoğraflarına bakarken...


Gölün neredeyse içine yapılan Kışlık sarayın kaba inşatının bitmiş görüntülerini izlerken...


Yıldız sarayındaki altın varaklı taht benzeri koltuklarda şaşkın şaşkın oturtulmuş Merkel’in fotoğraflarına tekrar tekrar bakarken...


Tank Palet Fabrikası’nın törenle Katar’a verilmesi görüntülerini izlerken...


Türkiye’de, Bakü’de, KKTC’de, New York’ta gidilen her yerde onlarca araçlık konvoylarla geçişleri izlerken...


Katar’ın hediyesi dev uçağın içinin dışının görkemine bakarken...


New York’ta dikilen 35 katlı 171 metre yüksekliğinde 20 bin 200 metrekare üzerine oturtulmuş Türk Evi sarayının açılış görüntülerini izlerken...


Mesela ilkokula giden bir kız çocuğu, bir kurumda genel müdür, müdür, şef, memur, öğretmen, temizlik görevlisi, sanayide dükkanı olan bir esnaf, bakkal, market çalışanı, manav, eşi çoktan onu bırakıp gitmiş yaşlı bir teyze, pazarda alış veriş yapan bir emekli, akşam işinden çıkıp evine doğru yollanan asgari ücretli, denizin ortasında ağları çeken bir balıkçı, bir üniversite öğrencisi, profesör, cami imamı, güneşin alnında tarlada eken, diken, hasat eden çiftçi, günlük temizliğe gelen sonra da kendi evinin işlerine, çoluk çocuğun arkasını toplamaya koşan kadın, parkta elindeki gevreği kemiren işsiz ne hissediyor bunları izlerken?


Neler hissettiklerini bilemem. Bu yüzden kendime başvurdum ben de. Vardığım sonucu açıklarken itiraf ediyorum: Kıskanıyorum!


Bu sonuca varmam kolay olmadı, zor bir hesaplaşmaydı... Peki neden kıskançlık derseniz? Basit! Duygu ve düşüncelerimi oturtabileceğim bir başka bilimsel tanım bulamadım da ondan. İçimdeki duygulara benzer bir ‘haset’ var bir de ‘kıskançlık’ kavramı.


1150 odalısını, yazlık ve kışlık saray ister miyim? Hayır. Konvoylarla dolaşmayı? Utanırım istemem. Bir uçak, bir tane daha, daha büyüğü, daha da büyüğünü? Hayır. Madem o uçaklara ben binemiyorum öyleyse kimse binemesin duygusu var mı içimde? Hayır. Kendi kazancıyla alanlar da var mesela, onları zerre kıskanıyor muyum? Parası benden, milletten çıkmadığına göre isterse uçan daire alsın bana ne!


Öyleyse bendeki duygu haset değil! Çünkü bilimsel tanımı şöyle hasetin: Herhangi bir nesne ya da insan ilişkisine bir başkasının sahip olup da kişinin kendisinin sahip olamadığında ya kendisinin de sahip olmak istemesi ya da karşıdakinin de sahip olmamasını dilemesi... Yani ya benimsin ya kara toprağın durumu!


Kıskançlık, kişinin benlik saygısına karşı oluşan bilinçaltı tehditlere karşı bir reaksiyonmuş. Ünlü filozof Descartes, “Kıskançlık, sahip olduklarını koruma isteğinden kaynaklanan bir tür korkudur” demiş. Sağlıksız ve sağlıklı kıskançlık varmış sonra. Sağlıklısı herkeste olması gereken bir duyguymuş.


Bilim insanları 1987 yılında deneysel bir çalışma yapmışlar, kıskançlığın daha çok yalnızlık, aldatılmışlık, korku, belirsizlik ve kuşku duygularıyla birlikte görüldüğünü saptamışlar!


Okudum, araştırdım, kendime dönüp dönüp sorular sordum ve tam da bu yüzden karar verip adını koydum duygularımın: Kıskanıyorum memlekette yapılıp edilenleri!


Seçtiklerimiz süper araçlar, konvoylarla bir yerden bir yere giderken İstanbul’da yaşayıp hiç deniz görmemiş insanları düşünüyorum ve kendimizi yapayalnız bırakılmış gibi hissediyorum, kendimi bizi idare edenler tarafından her gün aldatılmış hissediyorum, korkuyorum derelerimizin, ormanlarımızın, denizlerimizin, mis gibi olması gereken havamızın tüketilmesinden ve bizden sonrakilere hiçbir şey kalmamasından, endişe duyuyorum yıllardır yaşanan belirsizliklerden, kuşku duyuyorum insan hesabına sayılmayıp, bana, bize, milyonlara danışılmadan istiyor muyuz bakalım sorulmadan yapılanlardan, geleceğimizi ilgilendiren ama kapalı kapılar ardında alınan kararlardan!


Sizleri bilemem ama duygu durumuma en uygun sözleri bu işlerin piri Sigmund Freud söylemiş. Şöyle diyor: “Kaçınılmaz olduğuna ve herkes tarafından yaşandığına göre kıskançlığı, ‘üzüntü’ gibi ‘normal’ bir duygu olarak ele almalıyız. Bir birey önem verdiği şeyler tehlikeye girdiğinde kıskançlık yaşamıyorsa asıl o zaman ortada bir sorun var demektir! Bu çok sevdiğiniz biri öldüğünde hiç üzüntü duymamaya benzer...”