Yeni yılın son gününden bu yana, 15 metrekarelik bir odada tecrit hayatı yaşıyorum. Durduğu yerde duramayan, iki dakika aynı yerde oturamayan biri olarak “Virüs bana da bulaşırsa, tek göz odada ne yaparım? Ben dışarı çıkmadan duramam ki” diye düşünürdüm. Meğer yapılabiliyormuş.

Eve  sığmayan hayat herkese bir şeyler sığdırıyor işte.

Tecrit halindeyim. Kimseyi görmüyorum, Telefonla arayanlarla iki dakikalık hoş sohbet, o kadar. Dünyam, pencereden görebildiğim kadar artık. İnternet bu pencereyi sonsuzluğa açıyor neyse ki.

Kendi kendimi tecrit ederken sevdiklerimi, alışkanlıklarımı, birkaç günlük planlarımı, yürüyüşlerimi, kafeleri, otomobille dolaşmayı, deniz kenarını, sadece izlemekten bile keyif aldığım kitapçıları, arkadaşlarımla buluşmayı, tavla partilerini kapı dışında bırakarak, bilgisayarımı ve birkaç kitabı yanıma alarak  odaya kapandım.

İlk günün duygusallığıydı bu. Hastalığı zor geçirdiğim için değil, esaret duygusu, özgürlüğün kısıtlanması, bir nevi hücre hayatı yaşıyor sanmaktan.

Sanmaktan diyorum, çünkü bu duyguyu, üstelik haksız yere yaşayan, yıllarını küçücük bir hücrede geçiren onca gazeteciyi, siyasetçiyi düşününce utandım kendimden.

Oysa, üzerime kapanan kapı açık olsa, yasak olmasa, sağlık bakanlığının uygulamasında adımını üzerine büyük harflerle “RİSKLİDİR” yazılmamış olsa ne olacak? Ne değişecek?

Yeni yıla bu 15 metrekarelik odada girerken, tepeden tırnağa her şeye yapılan zamlar insanları bambaşka bir tecride sokmadı mı sanki?

Çocuklarının karnını doyurmaktan zorlanan bir babanın, nasıl bir tecrit hayatı yaşadığını düşünsenize.

İnsanların geliri her geçen gün düşüyor, açlık sınırındaki insan sayısı artıyor, herkes fakirleşiyor.

Göz göre göre yükselen (belki de yükseltilen demek daha doğru) ve sonra nasıl düştüğünün de tam olarak anlamadığımız döviz dalga dalga  hepimizi daha da fakirliğe sıkıştırılmadık mı?

Esas tecrit, fakirlik değil mi? Kendiyle başbaşa kalıyor insanlar. Temel ihtiyaçlara ulaşamayan insan, bir yere kapalı olmasa da tecrit edilmiş olmuyor mu?

Ağzını açanın vatan hainliğiyle, alınan kararları eleştirenlerin dış mihrakların oyuncağı olmakla, haber yapanların terörist, hatta saçma sapan örgütlerin üyesi olmakla suçlanan bir ülke haline gelen Türkiye’de, aslında mutlu azınlığın haricinde, geriye kalan herkes görünmez bir tecrit odasına itilmiyor mu?

Sadece ‘sokak röportajı yaptığı için’ o çocuklar göz altına almak, aslında toplumun geri kalanını tecrit altına almak anlamına gelmiyor mu?

Her şeyin iyi, güzel, hoş, ulaşılabilir olduğunu düşündürmeye çalışıyorlar bizlere. Çağ atlıyormuşuz. Fabrikalar işçi bulmakta zorlanıyormuş, Daha ucuz ekmek için saatlerce kuyrukta bekleyen insanları yalanlarla gerçeklikten tecrit ediyorlar.

Bütün dünya bizi kıskanıyormuş. Amerika’da ve Avrupa’da raflarda hiçbir şey yokmuş ama ülkemizde bolluk, bereket varmış. Oysa gerçek durumu Orhan Veli’nin şiiri ne de güzel anlatıyor:

Bedava yaşıyoruz, bedava;

Hava bedava, bulut bedava;

Dere tepe bedava;

Yağmur çamur bedava;

Otomobillerin dışı,

Sinemaların kapısı,

Camekanlar bedava;

Peynir ekmek değil ama

Acı su bedava;

Kelle fiyatına hürriyet,

Esirlik bedava;

Bedava yaşıyoruz, bedava.

Hayatın içinde, özgür olduğumuzu, her şeye sahip olduğumuzu, istediğimizi yapabileceğimizi düşünüyoruz ve sadece kendimizi kandırıyoruz..

Çünkü ülke başlı başına bir tecrit odasına döndü.

Oysa hala mal mülk peşinde koşanların bile aslında zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmadı.