İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer, İktisat Kongresi çalışmalarını SÖZCÜ’ye anlattı. Atatürk’ün Cumhuriyet’i ilan etmeden iktisat politikalarını oluşturmak üzere İzmir İktisat Kongresi’ni topladığını hatırlatan Soyer, “Biz de 2’nci yüzyılın iktisat politikalarını ortaya koymalıyız. Bu kongre geleceğe ışık tutacak” dedi.


Onun başarılarını, çalışkanlığını, halktan uzak yaşayan siyasetçilerden çok farklı olarak devamlı vatandaşların arasında oluşunu, her zaman içten ve iyimser gülümsemesini, makam aracı yerine işe bisikletle gitmesini, sadece İzmirlilerin değil ülke genelinde büyük kitlelerin özellikle de gençlerin ona olan sevgisini, tevazusunu, fazla öne çıkmadan büyük işler başarmasını uzun süredir ilgiyle izliyorum. Tabii  İzmir’in kurtuluşunun 100.yıl kutlaması için hazırlattığı ve Tarkan’ın da muhteşem bir konserle katıldığı unutulmaz gösterilerle sadece benim değil tüm Türkiye’nin takdirini kazandı. Son olarak, Avrupa Birliği’nin her yıl bir kente verdiği Avrupa Ödülü’nü de bu yıl İzmir’in aldığını, ayrıca Şubat 2023’te düzenlenecek “2. Yüzyıl İktisat Kongresi” adı altında Türkiye ekonomisine büyük katkılar yapacak, kimselerin düşünmediği bir organizasyonun aşamalarını yürüttüğünü duyunca İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Tunç Soyer’le mutlaka ve hemen röportaj yapmam gerektiğini düşündüm ve 3 Kasım Perşembe günü İzmir’e uçarak onunla uzun bir konuşma yaptım. Bu röportajda siz de onun gurur duyulacak bir belediye başkanımız olduğunu bir kez daha göreceksiniz.

Tunç Soyer, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra biri İsviçre’de Webster Üniversitesi’nde “Uluslararası İlişkiler”, diğeri Dokuz Eylül Üniversitesi’nde “Avrupa Birliği” olmak üzere 2 alanda yüksek lisans yaptı. Turizm sektöründe çalışmaya başlayarak 1991’de Seferihisar’da bir tatil köyü kurdu ve 9 yıl yönetti. İzmir Ticaret Odası Dış İlişkiler Müdürlüğü, Büyükşehir Belediye Başkanı danışmanlığı gibi birçok görevden sonra 2009’da CHP’den Seferihisar Belediye Başkanı seçildi, 2014’te ikinci kez aynı göreve seçilen Tunç Soyer 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde yine CHP’nin adayı olarak İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanmıştır.


Sayın Soyer, Türkiye büyük ekonomik sıkıntıda ama devletin israfı bitmiyor, birçok gereksiz harcamanın yanında kurumlarda konvoylar halinde makam araçları var ve hala yenileri alınıyor. Siz ise Belediye’ye ve mümkün olan her yere bisikletle gitmek gibi farklı bir yöntem seçtiniz. Hem halka örnek oldunuz hem de onlara yakın bulundunuz. Batı ülkelerinde görülüyor ama bu Türkiye’de yoktu, nereden aklınıza geldi?

BİSİKLET İSRAFI ÖNLEMEK AÇISINDAN YARARLI

Aslında bu tabii öncesi olan bir durum, ben uzun yıllardır bisiklet kullanıyorum, biz 5-6 kişilik bir arkadaş grubu her sene Toros’ları geçerdik, hayatım boyunca hem spor için hem ulaşım için çok severek kullandığım bir araç oldu ama şimdi Büyükşehir Belediye Başkanı seçildikten sonra bunu çok daha titiz ve dikkatli bir şekilde yapmaya başladım çünkü bizim Başkan olarak bu şehirde yaşayan herkese model olmak, örnek olmak gibi bir sorumluluğumuz var. Kılık kıyafetimizden, yaşam biçimimize, aile ilişkilerimize, çevre ilişkilerimize kadar her şeyimiz izleniyor, gözleniyor, dolayısıyla çok özenli davranmamız gerekiyor, biz de iyi örnek olmaya gayret ediyoruz. O nedenle Belediye Başkanı olduktan sonra daha sık bisiklet kullanmaya başladım, 3,5 yıldır her sabah işe bisikletle gidiyorum, hiç aksatmıyorum, mutlaka gün içinde gidilebilecek mesafelere bisikletle gidiyorum, kısacası bu bisiklet bir Batı’ya öykünme değil aslında onu söylemek isterim. Hem israf hem de halkın arasında olmak açısından bisiklet faydalı. Hem iklim krizi nedeniyle bizim doğayla uyumlu yaşam biçimlerini öne çıkarmamız gerekiyor, enerji krizi kapıdayken, büyük bir iklim kriziyle karşı karşıyayken, gıda krizi, yoksulluk birçok şey varken bizim doğayla uyumlu yaşam biçimlerini, enerji tasarrufu yapmamıza imkan veren çözümleri öne çıkarmamız lazım. Kısacası bisiklet çağdaş bir ulaşım modeli olarak kent içi ulaşımda daha yoğun kullanılması gereken bir araç, beden ve ruh sağlığı için de ideal. Hele İzmir gibi körfez kenarına yerleşmiş bir şehirde bisiklet kullanmak ayrıca bir keyif, israfı önlemek açısından yararlı, konuşmak isteyenler elini kaldırdığında durabiliyorsunuz,  özetle çok mutluyum bisiklet kullandığım için.

Tunç Soyer “3.5 yıldır her sabah belediyeye bisikletle gidiyorum” dedi.


HARCADIĞIMIZ PARA VATANDAŞIN CEBİNDEN ÇIKIYOR

İzmir Gençlik Festivali’nde gençlere ücretsiz eğitim, barınma, ulaşım, internet gibi sözler verdiniz, bunları gerçekleştirmenizde Belediye’de israfın önlenmesinin rolü var mı, yapılan tasarrufla bu imkanlar sağlanıyor olmalı.

Çok doğru, tam da öyle. Biz hep şunun bilincindeyiz; harcadığımız para ne babamızın parası, ne şirketimizin parası ne de dışardan aktarılan bir kaynak, düpedüz vatandaşın cebinden çıkan para. Onun için en iyi nasıl kullanırız, en verimli nasıl kullanırız bunun hesabını yapıyor ve onları en çok mutlu edecek, en çok hayatına dokunacak, iyileştirecek çözüm arayışları için kullanıyoruz. Sıkıştıkça, ekonomik kriz büyüdükçe, hayat pahalılığı arttıkça bizim özenimiz de artıyor, daha titiz daha dikkatli olmaya çalışıyoruz ama şunu biliyoruz; bu kriz en çok çocukları ve gençleri vurdu, yani gençlere özel bir özen göstermemizin sebebi o, ne yapsak az.

BU KADAR DERİN BİR YOKSULLUK BU COĞRAFYADA YAŞANMADI

Ben yatılı okulda okudum, böyle bir yoksulluk görmedim, gerçekten şu anda öyle annelerle konuşuyorum ki “Sabah evladımı çıkartıyorum, akşama kadar aç olduğunu biliyorum, akşam bir lokma yedirebilmek için eve gelmesini bekliyorum” diyor. Üniversite öğrencisi bu, yani aile bir harçlık veremiyor, gündüz karnını doyurabileceği bir parası yok, bir lokma bir şey yemek için eve dönmeyi bekliyor. Hakikaten çok dramatik, inanılmaz trajik, son derece üzücü yoksulluk tabloları var, geçmişte bu kadar derin bir yoksulluk bu coğrafyada yaşanmadı. Giderek derinleşen, bir yandan orta sınıfın kaybolmasına yol açan, bir yandan da zaten var olan yoksulluğu daha da derinleştiren bir noktaya gelmeye başladık.

SİYASET “HAYATI DÖNÜŞTÜRME” SANATIDIR

Peki, sizin yaptığınız ücretsiz eğitim, ücretsiz yurt gibi yardımları devlet neden yapamıyor, devletin görevi değil mi vatandaşlarına bu imkanları sunmak?

Tercih meselesi. Siyaset aslında hayatı dönüştürmekle ilgili yaptıklarınızın toplamıdır, bir sanat diye bakıyorum ben, hayatı dönüştürme sanatıdır siyaset. Bunu yaparken belli tercihlerde bulunursunuz, belli şeyleri öne çıkartırsınız, belli şeyleri arka plana bırakırsınız, bizim önceliğimiz bu. Bizim, yola çıkarken söylediğimiz bir cümle var; bu şehrin refahını büyüteceğiz, adil biçimde paylaşılmasını sağlayacağız. Elbette merkezi otoritenin de işi bu olmalı, siyasetin özü bu olmalı. Benim siyaset yapmamın temel sebebi; bu olağanüstü güzel coğrafyada, bu bereketli topraklarda bambaşka bir hayat yaşamak mümkün, çok daha yüksek bir yaşam kalitesinde yaşamak mümkün ama biz bunu yapamıyorsak bunun sebebi bu topraklardaki eksiklik, acizlik değil, tamamen yanlış politikalarla ortaya çıkan bir yönetim modeli, bu bir kader değil, bir mecburiyet değil, sonsuza kadar böyle yaşanacak değil, bunu değiştirmek mümkün. Bunun ipuçları var, tarih boyunca bu kadim coğrafyada çok büyük zenginlikler yaşanmış çünkü. Kısacası biz buna inandığımız ve bu hayatın başka türlü yaşanmasının mümkün olduğunu bildiğimiz için onu hayata geçirecek projeler yapmaya çalışıyoruz ve görüyoruz ki evet oluyor. Yani, yoksulluğu azaltmanız da mümkün, refahı yükseltmeniz de mümkün ve bütün yaptığımız projeler ve uygulamalar bu öze dayanıyor.

Aslında sizin burada yaptıklarınızı Türkiye çapında yapmak da mümkün tabii. Kendi kaynaklarınızı mı kullanıyorsunuz, devletin verdiğini mi?

Biz tamamen kendi kaynaklarımızla yapıyoruz ama başka bir şey daha yapıyoruz, biz şehri dünyayla entegre etmeye çalışıyoruz, o nedenle göreve gelir gelmez bir stratejik plan yaptık, bu stratejik plan Birleşmiş Milletler’in sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle uyumlu bir plan çünkü o hedefler bizim için bir turnusol kağıdı. Eğer yapacağımız projeyi onunla uyumlu yaparsak o zaman dünyayla uyumlu bir kent yaratmaya başlıyoruz, o nedenle BM’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine uyumlu bir plan yaptık ve devamlı bunu test ederek yol alıyoruz. Bu da “Ben ne büyük işler yapıyorum” dediğiniz zaman gerçekten büyük olup olmadığını test etmenizi sağlıyor, yoksa kendi içine kapalı bir kentte “dünyanın en başarılı kent yönetimini” ortaya koyduğunuzu iddia edebilirsiniz ama bunun gerçek olup olmaması onlarla test edildiğinde ortaya çıkıyor. Biz bu stratejik plana uyumlu bir yol izlediğimiz için dışardan da gözüküyor, bu hem fon kaynaklarının açılmasına hem de daha sıkı işbirliklerinin kurulmasına imkan veriyor. Biz o nedenle örneğin Buca metrosuyla ilgili 490 milyon Euroluk bir kaynak yarattık, kimsenin cebinden bir kuruş çıkmadan kendi kendini ödeyen bir proje.

KESTANE ŞENLİĞİ YAPARKEN, ÇİN’DEN KESTANE İTHAL EDİYORUZ

İzmir Büyükşehir Belediyesi “İzmirli” markasıyla küçük üreticilerin ürettiği et, süt ve buğday ürünlerini işleyip piyasaya çıkardı. Kuraklık ve yoksullukla mücadele eden bir proje deniyor. Her büyükşehir belediyesi yapsa ülke çapında yarar sağlamaz mı?

Bütün Cumhuriyet Halk Partili belediyelerde tarımın önemi ortaya çıkartılıyor ama ben bazı eksiklikler görüyorum. Tarımla ilgili proje yapmak için önce omurgasını sağlam kurmanız lazım. Neden tarım politikası yapıyorsunuz, neden tohum takası yapıyorsunuz, küçük üreticiye nasıl destek oluyorsunuz, burada yola çıkarken bizim bir saptamamız var; “Başka bir tarım mümkün”, çünkü şu andaki tarım politikaları maalesef plansızlık üzerine şekillenmiş, bir plan yok. Eskiden Devlet Planlama Teşkilatı vardı ve bu tarımı da planlardı, şimdi ise büyük bir belirsizlik var ve üretici tek başına, tamamen bir çaresizlik içinde ne yapacağını bilmeden, babadan atadan kalma yöntemlerle üretim yapmaya çalışıyor. Çok sıkıntı yaşıyor,  bir sene enginar dikiyor, o para etmiyor, söküyor başka bir şey dikiyor. Bütün bu plansızlık bizi giderek daha çok dışarıya bağımlı hale getiriyor. Çarpıcı bir örnek vereyim, kestane hasadı yapıyoruz, kestane şenliği yapıyoruz, o gün resmi gazetede bir haber çıkıyor “Çin’den kestane ithal ediyoruz” diye, üretici bununla nasıl başa çıksın? Bu hikaye değişebilir, bu yüzden biz Türkiye’de ilk kez bir ilin “çoban haritası” çıkardık, onları üretime teşvik ediyoruz, küçük baş hayvancılığı destekliyoruz, üreticimiz üretmekten vazgeçmesin diye küçük baş hayvan dağıtıyoruz ve ürünlerine alım garantisi veriyoruz, şimdi “İzmirli” adıyla inanılmaz bir marka çıkardık; muazzam lezzetli koyun ve keçi kaşarı, mozzarellası, tereyağı. Bunları aynı zamanda ihraç edeceğiz. Biz yerel ölçekte yapıyoruz, düşünün bu bir tarım politikası haline gelse… Kırla kent arasındaki dengeyi korumamız lazım, hem de üreticinin doğduğu yerde doymasını sağlamak lazım, bu denge bozulduğu zaman bütün hayatın dengesi bozuluyor.

İZMİR BÜYÜKŞEHİR’İN BÜYÜK PROJESİ; İKİNCİ YÜZYILIN İKTİSAT KONGRESİ!

İzmir İktisat Kongresi 100 yıl önce gerçekleşmiş, şimdi “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi” sizin büyük projeniz ve bunun içinde çiftçiler, işçiler, sanayiciler ve tüccarlar var, çalıştaylar yapılıyor. Örneğin Türkiye’nin her köşesinden gelen çiftçilerle toplantı yapıyor ve sorunlarına çözüm arıyorsunuz. Bu, tüm ülke için önemli bir olay, biraz anlatır mısınız?

Daha ilk aday olduğumda şunun idrakindeydim; Ben ne şanslı bir adamım ki belediye başkanı olduğum zaman bu ülke Cumhuriyet’in, kurtuluşun, kuruluşun yüzüncü yılını kutlayacak. 9 Eylül 1922’de İzmir kurtuluyor, aslında o Türkiye’nin kurtuluşuna tekabül ediyor, ondan sonra 29 Ekim 1923 Cumhuriyet, arada 13 ay 20 gün var ve bu süre Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli 13 ay 20 günü çünkü bu süre içinde İktisat Kongresi gerçekleştiriliyor. Düşünün, Mustafa Kemal Atatürk bunu İzmir’de yapıyor, şöyle bir şehir; yanmış, yıkılmış, 3,5 yıl işgal altında kalmış, gerçekten büyük bir yangın görmüş ve üzerinden 5,5 ay geçmiş, daha Lozan Anlaşması imzalanmamış, daha ortada Cumhuriyet yok, bir devlet yok ve İktisat Kongresi’ni yapıyor. Türkiye’nin her yerinden 1135 delege getiriyor; çiftçiler, işçiler, tüccarlar ve sanayiciler. Bunlara diyor ki; “Yeni bir yüzyılın, yeni bir devletin, yeni bir cumhuriyetin iktisat politikalarını oluşturalım”. Bu bize muazzam bir heyecan ve sorumluluk verdi; şimdi biz de ikinci bir yüzyıla geçerken yeni yüzyılın iktisat politikalarını ortaya koymalıyız.

Bu, bugünün siyasal ikliminde geleceğin siyasetini şekillendirecek bir toplantı ve bunun gereğini yapmaya çalışıyoruz. Atatürk’ün yaptığı kongrenin formatına sadık kalıyoruz, Türkiye’nin 7 bölgesinden bütün temsilciler, tarım sektörünün kilit taşları bir araya geliyorlar. Biz onlara dedik ki “Geleceği hayal edin, bugünkü siyasal iktidarın yaptıklarıyla ilgili şikayetlerinizi değil, gelecekte çocuklarınız çiftçilikle gurur duyabilsinler diye, gerçekten çiftçiliği sürdürebilmek adına ne ihtiyacınız var, hangi politikaların geliştirilmesi lazım? Örneğin 100 yıl önce İktisat Kongresi yapıldığında Osmanlı döneminde çiftçiden alınan Aşar Vergisi kaldırılmış, köylü daha çok üretmeye başlamış. Arkadan 1929’da Amerika’da patlayan büyük kriz geliyor, o zamana kadar kısacık sürede üretici üretmeye başlamış, “Yerli Malı Haftaları” başlamış. Düşünebiliyor musunuz nasıl bir vizyonsa o büyük kriz patladığında kendi kendine yeten bir ekonomi kurmanın ne kadar önemli olduğu anlaşılmış.

Siz bunu yapmayı düşünmüşsünüz, iktidar neden hala üretim yerine diğer ülkelerden ithalat yapmakta ısrar ediyor? Aynen, enflasyonun zirve yapmasına rağmen düşük faiz ve KKM’de ısrar gibi değil mi bu?

Haklısınız. Bu bir tercih meselesi, siyasetçinin tercihleriyle şekilleniyor siyaset, bizim tercihimiz bundan yana, biz böyle bir siyaset oluşturuyoruz ve bunu yerelde yapıyoruz.

ATATÜRK’ÜN FORMATINA SADIK KALMAK İSTEDİK

Bütün mesele bunu Türkiye’nin geneline yaymak değil mi?

Bunun sonucu olacak, içinde kültür ve çevrenin de olduğu bu İktisat Kongresi’nin sonunda öyle kararlar alınacak ki. Ben bu toplumun sağduyulu, basiretli insanlarına inanıyorum, öyle kararlar çıkacak ki sadece 3 yıl, 5 yıl sonrası değil bu memleketin geleceğine dair çözüm önerileri çıkacak buradan. Ve biz bütün siyasi partilerin, meslek odalarının, hepsinin önüne bu önerileri koyacağız. Dört ayrı masa kurduk; demokrasi masası, doğa masası, tarih masası ve teknoloji masası, bu 4 ayrı masa 4 ayrı gruptan gelen kararları yatıracak ve her biri kendi bilimsel disiplini içinde bunların düzenlemesini yapacak, örneğin KDV ile ilgili Aşar Vergisi benzeri bir düzenleme yapılmışsa bunun geleceğe nasıl yansıtılması gerektiğiyle ilgili bilimsel katkısını ortaya koyacak. Bunların değerlendirilmesinden sonra 17 Şubat-4 Mart arasında kongreye bunlar gidecek. Bütün bu masalarda toplanan bilgi kongreye gidecek ve orada nihai kararlar alınacak. Orada konunun en uzmanı kişilerden oluşmuş bir yüksek istişare kurulumuz var, onlar son noktayı koyacaklar. Biz 100 yıl önce Atatürk’ün yaptığı iktisat kongresinin formatın da sadık kalmak istedik, neden İzmir’de toplamış, nasıl toplamış…

Atatürk bütün Anadolu’dan ekonomiyle ilgili kişileri toplamış değil mi?

Evet, bütün Anadolu’dan herkesi toplamış, biz de öyle yapıyoruz, Samsun’dan da, Diyarbakır’dan da geliyorlar. Oralardaki meslek odalarından, ticaret odalarından, çiftçi kooperatiflerinden de davet ediyoruz, kısacası çok umutluyuz. Bu kongrenin sonuçlarının Türkiye’nin geleceğine ışık tutacağını düşünüyoruz.

ÇOK BÜYÜK BİR EKİP OLARAK 10 AY SÜREKLİ ÇALIŞTIK!

İzmir’in 100’üncü kurtuluş yıldönümünde muhteşem bir organizasyonla tarihteki en büyük kutlamayı gerçekleştirdiniz, inanılmaz bir görsel şölenin yer aldığı dünyanın en kalabalık 5’inci gösterisini yaptınız. Bunu nasıl başardınız, kaç aylık bir çalışmaydı?

10 ay çalıştık, hem de inanılmaz bir tempoda. Hem de sürekli, bu organizasyonun hazırlıklarıyla ilgili bir araya gelerek çok büyük bir ekip çalıştık. Özetle biz Türkiye’den umudunu kesenlere bir umut ışığı yakmış olduk ve bunun temelleri olduğunu gösterdik. Tarkan bunun belki de taçlandırılmasıydı.

Tarkan konseri de kutlamaya büyük katkı sundu, Tarkan sanatçı olarak ülkesi için her konuda çok duyarlı bir sanatçı, onun aldığı parayla ilgili olarak spekülasyonlar yapıldı, Tarkan hiç para aldı mı?

Hiçbir şey almadı, kendi payına düşen rakamı 3 ayrı kuruma bağışladı. Darüşşafaka, Mor Çatı ve Toplum Gönüllüleri Vakfı’na.



Daha önceden gelip bu olağanüstü konser için çalışmalar yaptı mı?

Şöyle, onun sahnesi çöktü biliyorsunuz, bitmiş hazırlanmış, bütün ses ve ışık düzeni monte edilmiş sahne konserden 36 saat önce çöktü ve büyük bir sıkıntı yaşadık. Acaba yetişecek mi, o 36 saat içinde var olan büyük sahnemize onu adapte edebilecek miyiz, müzisyenler nasıl yerleştirilecek, ses düzeni nasıl olacak? Sonunda hepsi çözüldü. Tarkan önceden çalışma yapmadı, sahnenin yıkıldığı saatlerde geldi ve çok hızlı bir adaptasyonla öbür sahneye; 9 Eylül’ün hikayesini bir sinema kurgusuyla anlattığımız 9 Eylül sahnesine çıktı. O Türkiye’nin en büyük sahnesiydi ama müzik sahnesi değildi aslında, Tarkan’ın kendi sahnesi başkaydı, son dakikada orkestrasını ve tüm düzenini taşıyarak konserini sorunsuz gerçekleştirdi. Burada şunu söylemek isterim, oraya yüzbinlerce insan geldi, bütün sahne çöktü, her şeye rağmen; konserler yasaklanırken, festivaller yasaklanırken, ne bir olay oldu, ne bir adli sorun çıktı, ertesi sabah o yüzbinlerin olduğu dev konser alanı pırıl pırıldı. İnanılmaz bir şey oldu, bir mucize oldu. Ben bunu doğadaki biriken enerjiye benzetiyorum, doğada nasıl bir enerji birikir ve bir gün bir bakarsınız bir yanardağ patlaması olur, dağın tepesinden lavlar çıkar veya bir deprem olur sarsılırsınız, anlamazsınız nasıl oluyor diye, oysa enerji birikmiştir aşağıda. Toplumlarda da bir enerji birikiyor ve gün ışığına çıkacağı anı kolluyor, bu öyle bir şeydi. Toplumda uzun zamandır biriken o iyilik enerjisi ortaya çıktı.

İNSANLAR ÜLKENİN GELECEĞİNE DAİR BÜYÜK BİR UMUT TAŞIDIKLARINI GÖSTERDİLER!

Aynı zamanda Cumhuriyet’e karşı yapılanlara halkın verdiği bir cevap gibi değil miydi o kalabalık?

Tabii bir umut patlaması aslında. İnsanlar bu ülkenin geleceğine dair ne kadar büyük bir umut taşıdıklarını gösterdiler. Eğlencesi, coşkusu elinden alınmış insanlar belki de 20 senedir ilk defa çok büyük bir coşkuyla eğlendiler, birbirleriyle kucaklaştılar, birbirlerini ayrıştıran her şeyi geride bıraktılar. Şimdi bütün bunlar bir araya geldiği zaman bizim de gururumuz ve mutluluğumuz büyüyor.

İZMİRLİLER KENDİLERİNE “GAVUR” DENMESİNDEN RAHATSIZ OLUR!

İzmirlilerin de bir cevabı söz konusu olmalı herhalde bu gösteride.

İzmirliler kendilerine “gavur” denilmesinden çok rahatsız olur, kendisine nasihat verilmesinden çok rahatsız olur, İzmirliler farklılıklarıyla bir arada yaşayabilen ve bunu bir zenginlik olarak gören kentlilerdir ve daima bu demokrasi kültürü bu nedenle Anadolu’ya öncülük etmiştir. İzmir’in ilklerini sıralasam inanamazsınız, Anadolu’daki ilklerin şehri İzmir’dir; ilk hastaneden ilk futbol takımına, ilk matbaadan ilk konsolosa kadar onlarca ilki var, neden, çünkü farklılıkların bir arada olmasını bir zenginlik olarak yaşamış ve o farklılıklar zenginliğine zenginlik katmış. Bugün de bir Cumhuriyet kalesi, bir demokrasi kalesi olarak kendini gösteriyor, buna sahip çıkmak istiyor İzmirli ve buna karşı gördüğü en ufak bir tehdide karşı elinden ne geliyorsa yapıyor. Biliyorsunuz geçenlerde Brezilya’dan nükleer atık ve çeşitli kimyasal atıklar taşıyan bir uçak gemisi geliyordu, İzmirlilerin ortak mücadelesiyle geri göndermek zorunda kaldılar, oysa Bakanlık “Getireceğiz o gemiyi” diye açıklama yapmıştı. İzmirli gereken yerde İzmirliliğini gösterir, 9 Eylül’de de İzmir bunu gösterdi.

BARIŞI SONUNA KADAR SAVUNMAK ZORUNDAYIZ

Uluslararası ilişkiler ve Avrupa Birliği konularında 2 yüksek lisansınız var. Yunanistan’ın Ege adalarına toplarını koyup İzmir’e çevirmesine ne diyorsunuz?

Ben şuna inanıyorum; maalesef siyasetçilerin bir bölümü, özellikle otoriter siyasetçiler iktidarlarını düşmanlar yaratarak perçinliyorlar ve düşmanlıklar üzerinden taraftarlarını ayakta tutuyorlar. Bu sadece bizim ülkemiz için değil, dünyanın birçok yerinde iktidarlar için söylenebilir. Yunanistan için de söyleyebiliriz, orada da yakında bir seçim var ve başbakanları mümkün olduğu kadar bir düşman yaratarak seçmeni motive ediyor. Buna bir de jeostratejik önemi olan malzemeler de eklerseniz o zaman bunlar daha çok taraftar bulacak noktaya geliyor, bunları hafife almamız, küçümsememiz söz konusu olamaz. Bu memlekette Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük zaferlerinden biri barıştır, savaşın son gününü zaferle, zaferin ilk gününü barışla buluşturmuş bir liderden bahsediyoruz. Yüzyıldır bu coğrafyada kesintisiz barış yaşıyor olmamız en büyük zenginliğimiz, buna sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. Bunu bozmak isteyenler, emperyalistler olacaktır, işbirlikçiler hep olacaktır, hep oldu zaten ama biz barışı sonuna kadar savunmak zorundayız, biz o tuzaklara düşmemeliyiz, insanların hele aynı coğrafyayı paylaşan, aynı kültürün izlerini taşıyan insanların savaştan yana bir menfaatleri yok çünkü.

TÜRKİYE DE İZMİR’E TOPLAR KOYUP NAMLULARI YUNANİSTAN’A ÇEVİRMELİ Mİ?

Ama bu tek taraflı bir hazırlık olarak görünüyor, onlar toplarını buraya çevirdiklerine göre ve bir gecede İzmir’e çıkabilecekleri söylendiğine göre acaba biz de mi İzmir sahillerine topları koyup adalara doğru çevirmeliyiz?

Ben tersi bir şey öneriyorum, onların toplarını da kaldırtalım. Bence bu diplomasiden geçer, barışı savunmaktan geçer. Eğer siz uluslararası alanda sözünüzü dinletebiliyorsanız, sözünüze güven duyurabiliyorsanız bunu başarabilirsiniz. Denenmesi gereken, yapılması gereken aslında bu, yoksa biz kahraman atalarımızın evlatlarıyız, yani gözünü budaktan sakınmadan ölüme koşabilecek insanlarız ama bu barışı reddetmek, bir tarafa bırakmak anlamına gelmiyor.

BİZ YEŞİL ALAN OLSUN İSTİYORUZ, ONLAR KONUT, LOJMAN İSTİYOR!

Türkiye’nin en güzel sahilleri, yeşil alanları tümüyle yok ediliyor, hatta dokunulmaması gereken, sit alanı olan yerler de iktidara yakın müteahhitlere veriliyor. Siz İzmir çevresinde bunu önleyebiliyor musunuz?

Bu tür girişimler olur, İzmir’in Büyükşehir Meclisi’nde de, ilçe meclisinde de hep duvara toslar ama Çevre Bakanlığı’yla İzmir’in iradesini bir kenara itip kendilerini hakim kılabiliyorlar. En son örnek Buca Cezaevi alanı. Buca Cezaevi yıkıldı ve orası yeşil alan olsun istiyoruz, onlar da ticaret, konut, lojman yapmak istiyorlar.

Yine beton yığını yani. “İstanbul’a ihanet ettik” demişlerdi, orada da devam ediyor.

Burada da güçlü bir direniş sergileyeceğiz, çünkü yine bizi by-pass ederek bir plan geçirmeye kalktılar Bakanlıktan, buna direnç göstereceğiz, sivil toplum kuruluşlarını, dernekleri, vakıfları organize ederek o inşaatları yaptırmamak için elimizden ne geliyorsa yapacağız, gerekirse iş makinalarının önünde duracağız. Bu dipsiz bir kuyu, rantı tatmin edemezsiniz, onu doyurmak mümkün değil, o yüzden de çok ilkesiz, kuralsız, her şeyi tahrip edebilecek kadar gözü kara gidiyorlar, o yüzden çok sağlam durmak, izin vermemek gerekiyor.

Keşke Bodrum ve diğer belediyeler de bunu yapabilselerdi. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin 1955’ten beri her yıl bir kente verdiği Avrupa Ödülü’ne bu yıl İzmir layık görüldü, ödülünüzü aldınız. Kutlanmaya değer bir başarı, neden İzmir’i seçtiler sizce?

Bu ödül 136 ülkede 130 bin yerel yönetim arasında birine veriliyor. En başta söylediğim stratejik planımızı Birleşmiş Milletler’in sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle uyumlu yapmak ve önümüze buradan bir yol haritası koymak. Bu, işin başlangıcıydı, yol aldıkça hem yurt dışı finansman kaynakları, fon kaynakları açılmaya başlandı, hem de biz Batı’yla çok daha iyi ilişkiler kurmaya başladık. Tabii bu süren yolculuk takip edilir hale geliyor, şeffaf oluyorsunuz, uyum aynı zamanda sizin görünür olmanıza imkan veriyor. Bu karşılıklı ilişki sonunda bizi öyle bir noktaya getirdi ki yaptığımız çalışmaların AB değerlerine en çok sahip çıkan, onlarla en uyumlu olduğu tespiti yapılmış olan şehir haline getirdi bizi. Avrupa Ödülü böyle bir ödül.