İtaat altında gazetecilik 



Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Güney Amerika gezisinde alıştığımız üzere uçaktaki gazeteciler yine poz verdi. Dikkatimi çekti, hemen herkesin takıldığı o mutlu aile tablosunda Fikret Bila‘nın nasıl yer aldığıydı.
İnsanlar şaşırdı, ben de şaşırdıklarına şaşırdım.
Bila, patronları Demirören, Ailesi’nin bizzat Erdoğan’a “Biz bu gazeteyi sizin için aldık” dediği Milliyet’i yönetmeyi kabul etmiş bir gazeteci. Fırçayı yiyince ağlayan bir patronun gazetesinde gemiyi ortadan götürmek için değil, bizzat ailenin emirlerini yerine getirmek için bu görevi yapıyor. Bugünlerde en çok uğraştığı şey gazete yapmak değil, gazetedeki yazarları sansürlemek.
Büyük ihtimalle Bila‘nın geçmişten gelen sosyal demokrat kimliğiyle Erdoğan’ın uçağında yer alması kafaları karıştırıyor.
Türkiye’de bazı Ankara gazetecileri yılların getirdiği uzmanlıkla havayı öyle iyi koklar ki fırsat yakalamayı da bilirler. Daha evvel Erdoğan istedi diye Şemdinli’de çiçekli sofra kuranları görmedik mi?
Fikret Bila da Erdoğan’ın istediği her şeyi yerine getirdi ve ödülünü aldı. Mesela Necdet Özel‘i övgülere boğdu ve kamuoyunu bu son derece tartışmalı Genelkurmay Başkanı’na hazırladı. Kendi askerleri sahte davalarla içeri atılırken pozisyonuyla sıyrılan Hilmi Özkök‘ü aklama görevi de yine Fikret Bila‘nındı.
Ama bütün bunların ötesinde, Fikret Bila türü gazetecilerin DNA’sı birinin adamı olarak gazetecilik yapmak üzerine kurulu... Bütün problem de burada. Buna bir de koltuğu kaybetmeme zavallılığını ekleyin: Bir koltuk için yapmayacağı şey yok çoğu gazetecinin.
Mesele Erdoğan’a indirgenmeyecek kadar ciddi bir Türk medya problemi. Kuşkusuz bu dönem minibüsçüden, manikürcüden, terlikli bacıdan, kenar süsünden gazeteci yaratıp iktidarın emrine sürdü. Ama bir de ‘eski Türkiye’ medyasından gelip de bu iktidarın emrine girenler oldu. İşte asıl mesele de bu.
Türkiye nasıl Erdoğan’dan önce cennet değilse, medyası da Erdoğan’dan önce ideal, gerçekten gazetecilik yapılan, evrensel standartlarda bir ortam değildi. Fikret Bila gibiler de hep birilerinin adamı olarak gazetecilik yapmayı öğrendi: Asker, Ecevit...
Hatta Türk basınında eşi benzeri görülmemiş bir konsensüsle hasta Ecevit‘in görevi bırakması tartışılırken, Fikret Bila ayakta durup durmadığını bile bilmediğimiz lider hakkında “Phoenix” diye kitap yazıp Ecevit‘i küllerinden doğan zümrüd-ü anka kuşuna benzetmişti. Talihsizliğin bu kadarı mı?
Asıl mesele birinin emrine girip, onun sekreteri gibi davranıp, çantasını, şapkasını taşıyarak gazetecilik yapanlar. Bu bir huy sonuçta. Kişiler değişse de huy değişmiyor. Dün Demirel‘in şapkasını taşıyan İlnur Çevik nasıl bugün iktidarın Daily Sabah‘ında yazı yazıyorsa, Ecevit‘çi Fikret Bila da Erdoğan’cı. Çünkü bildikleri bu, itaat altında gazetecilik yapmak, hizaya girmek.
Eski Türkiye-Yeni Türkiye kıyaslaması gibi eski ve yeni medyadan bahsediliyor ya...
Belki zaman içinde yaşanan tasfiyeler eski medyanın en kötü taraflarını, ilerlemesine engel virüslerini de temizleyiverir. Temizlemeli. Çünkü Türkiye bu dönemden elbette çıkacak, ama çıktığı gün, büyük bir mücadeleyi atlatmış insanlar olarak geçmişin kirli medyasını beraberimizde getirmemeliyiz.

ABD medyasında üç kayıp

En talihsiz hafta

Birkaç sene önce tesadüfen bir konuşmasını gördükleri David Carr‘dan çok etkilenen filmciler New York Times yazarı hakkında bir belgesel yapmak istediler. Ancak gazetenin yönetimi tek bir yazarla ilgili belgesel yapılmasına karşı çıktı.
Bu sefer “Page One” isimli gazetenin işleyişini anlatan belgeseli çektiler...
Hürriyet Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı da bu belgeselden çok etkilenenler arasındadır.. Hatta gazetesinin bütün yazıişlerini toplayıp izlettirmişti bile...
“Page One” her ne kadar David Carr hakkında olmasa da belgeselin starı yine de oydu. Pazartesi günleri New York Times‘da yazdığı medya eleştirileriyle kendisine ciddi bir takipçi kazanmış, aynı zamanda da medyayı Carr testine tabi tutmuştu: O bahsediyorsa bir medya kuruluşundan kendisini ispat etmiş demektir.
58 yaşındaki David Carr önceki akşam gazetede bir anda yere çöküp öldü. Bir medya yazarının yazıişlerinde hayata veda etmesi Dalida‘nın meşhur şarkısındaki gibi sahnede ölmek mi acaba?
Uzun yıllar kokain bağımlılığıyla boğuşan ve çoktandır ‘temiz’ olan Carr‘ın ölümü “60 Minutes” programının sunucularından Bob Simon‘ın Manhattan’da trafik kazasından hayatını kaybetmesinden hemen sonra geldi. Simon dünyanın çeşitli çatışma bölgelerinden, savaşlardan haberler yapmıştı... Gel gör ki hayatı bir uyduruk trafik kazasıyla sonlandı...
Ve aynı hafta Amerika’nın en güvenilir habercisi Brian Williams haber yüzü olduğu NBC tarafından kızağa alındı. Sebebi Irak’ta başına gelen bir olayı abartarak anlatması bir talk-show’da; içinde olduğu helikopterin ateş aldığını ve sağ salim kurtulduğunu söyledi, halbuki böyle bir şey olmamış.
Bir anchorman en ufak bir yalan söyleyince bütün haberlerine de ister istemez gölge düşüyor işte...
Amerika’da yaygın bir inanış var: Ünlü ölümleri üçer üçer gelir diye. Tarihte bir ünlü ölürse, peşinden de başka ünlünün hayatını kaybettiğine dair bir sürü tesadüf var.
“The Daily Show”u 20 yılın ardından yine bu hafta bırakacağını açıklayan Jon Stewart arkasından üzülenlere karşı “Ya ne oldu, öldüm mü ben” diye espri bile yaptı.
Amerikan medyasından iki önemli gazeteciyi geçen hafta kaybettik, Brian Williams‘ı da bir anlamda kaybetmiş olduk... Ne talihsiz bir hafta...

Bu yılın en önemli moda olayı

Ayakkabı deyip geçmeyin

Kan­ye West ilk al­bü­mü­nü çı­kar­dı­ğın­da ken­di­sin­den ön­ce­ki hip-ho­p’­çu­lar gi­bi ka­dın­lar­dan, uyuş­tu­ru­cu­lar­dan ve si­lah­lar­dan bah­set­mi­yor­du. Da­ha ge­nel dert­le­ri var­dı. Üni­ver­si­te üze­ri­ne rap yap­mış­tı me­se­la. Hat­ta Hz. İsa hak­kın­da bi­le. Ay­nı za­man­da gi­yi­ni­şi, dav­ra­nış­la­rı da baş­ka­la­rın­dan fark­lıy­dı.
Ka­pü­şon­lu swe­ats­hir­t’­ler ve Lou­is Vu­it­ton sırt çan­tay­la sah­ne­ye çı­kı­yor­du.
Mü­zik­te “I Am a Go­d” di­ye­bi­le­cek se­vi­ye­ye gel­di ama mü­ca­de­le ala­nı mo­da. Bir­kaç gi­ri­şim­de bu­lun­du fakat Pa­ri­s’­te­ki mo­da ba­ron­la­rı ön­ce­le­ri yü­zü­ne bak­ma­dı. Sa­int Lau­ren­t’­in ta­sa­rım­cı­sı He­di Sli­ma­ne bir de­fi­le­si­ne al­ma­dı me­se­la onu. İki ay­rı ayak­ka­bı ta­sar­la­dı Ni­ke tüm kon­tro­lü ona bı­rak­ma­dı. (Bu­gün eba­y’­de Wes­t’­in Ni­ke­’ye yap­tı­ğı ayak­ka­bı­lar beş bin do­lar­dan alı­cı bu­lu­yor.)
Ama yıl­ma­dı. Git­ti Fen­di­’de staj yap­tı me­se­la ve on­la­ra de­ri ko­şu pan­to­lo­nu fik­ri­ni ver­di. Bir­kaç yıl­dır her­ke­sin üze­rin­de gör­me­ni­zin ne­de­ni bu.
Ken­di­si­ne ‘ya­ra­tı­cı de­ha­’ di­yen Kan­ye Wes­t‘­in ama­cı Ralph Lau­ren ka­dar bü­yük ola­bil­mek mo­da dün­ya­sın­da. Eri­şe­bi­le­cek mi, bil­mi­yo­rum. Ama Pa­ris Mo­da Haf­ta­sı­’n­da ken­di göz­le­rim­le gör­düm, ne giy­se tak­lit edi­li­yor, ta­kip edi­li­yor ve ger­çek­ten et­ki­si bü­yük.
Da­ha­sı Vo­gu­e’­a eşi Kim Kar­das­hi­an’­la ka­pak ol­du, Bal­ma­in’­e rek­lam kam­pan­ya­sı çek­ti­ler...
Bu yüz­den ge­çen haf­ta Adi­das için ta­sar­la­dı­ğı ken­di mo­da mar­ka­sı New Yor­k‘­un en çok ko­nu­şu­lan ko­nu­suy­du.
Vo­gu­e‘­un te­pe­sin­de­ki An­na Win­to­ur bi­le ko­lek­si­yo­nun ilk kez gö­rü­cü­ye çık­tı­ğı de­fi­le­ye er­ken­den git­ti. Bu de­fi­le Ame­ri­ka­’nın çe­şit­li yer­le­rin­de­ki 50 si­ne­ma sa­lo­nun­dan can­lı ya­yın­lan­dı.
Ay­nı sa­at­ler­de Adi­das özel çı­kar­dı­ğı ap­p’­ten Kan­ye West ta­sa­rı­mı Ye­ezy Bo­ost 750 mo­de­li ayak­ka­bı­yı sa­tı­şa sun­du. 350 do­lar fi­yat eti­ke­ti olan ayak­ka­bı­dan sa­de­ce do­kuz bin adet ya­pıl­dı ve bir­kaç da­ki­ka için­de sa­tıl­dı.
Me­rak­lı­sı­na not: O ka­dar alarm kur­dum ama Ye­ez­y’­le­rin­de yi­ne bir ta­ne ka­pa­ma­dım.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.