Bir güven oylamasıyla hükümet devrilen bir ülke düşünün... Evet, burası Fransa! Hükümetler kuruluyor, bozuluyor; meclisteki kavgalar adeta Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ romanından fırlamış gibi. Türkiye’de ise muhalefetin hükümeti ‘devirmek’ istemesi neredeyse suç sayılacak.
Macron’un eylül ayında atadığı sağcı başbakan, öyle bir azınlık hükümeti kurdu ki, planladığı 60 milyar dolarlık vergi artışı tam anlamıyla halkın cüzdanında bir ‘Notre Dame yangını’ etkisi yaratacaktı.
Hükümeti dışarıdan destekleyen sağcı Ulusal Birlik partisinin kadın lideri Marine Le Pen, Fransız milliyetçiliğinin Jeanne d’Arc’ı, “Halka bu faturayı kestirtmem!” diyerek hükümete meydan okudu. Türkiye’de MHP’den beklediğimiz hareketler...
YENİ VERGİ KOYAMADI
Macron’un başbakanı da durumu kurtarmak için vergi paketinden elektrik faturalarındaki artışı çıkardı, kaçak göçmenlere bedava sağlık yardımlarını kaldırdı ve bir de üstüne katı bir göçmenlik yasası sözü verdi. Ah, gerçek bir parlamenter pazarlık! Ama bu bile yeterli olmadı. Hükümet, pazartesi günü reçeteli ilaçlar için hasta katkı payını da kaldırarak son kozunu oynadı. Ve tahmin edin ne oldu? Yine yetmedi.
Sonunda, Marine Le Pen’in milliyetçi partisi solcularla ele ele verip hükümeti devirdi. Üç ayda kurulan hükümet, üç dakikada tarih oldu. Kafka’nın Dava’sından bile hızlı! Ya işte, unuttuğumuz parlamenter sistem, sen ne güzel hayaldin!
SİYASİ YASAK GELECEK
Ama madalyonun diğer yüzü de var. Burada devasa bir ‘bize çok benziyor’ tabelası asılı! Marine Le Pen, hazirandaki genel seçimlerde yüzde 34 oy aldı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de tek başına yüzde 42 oy alarak ikinci oldu. Diğer partiler birleşip karşı ittifak kurmasa, şimdi Fransa’nın tahtında oturuyor olabilirdi. Ama ne demişler? “Cesurlar erken ölür; zekiler onları izler.” Şimdi Le Pen’in Avrupa Birliği fonlarıyla ilgili mali bir davası var. Partisinin maaşlarını AB fonlarından ödediği iddia ediliyor. Mart ayında duruşması var, muhtemelen 5 yıl siyasi yasak alacak. Ve tabii, 2027’de cumhurbaşkanlığına aday olamayacak.
Putin’in enflasyon alayı!
Moskova’daki bir konferansta, Türkiye enflasyonu üzerine yapılan yorum hâlâ kulağımda yankılanıyor, içimi burkuyor. Putin’in, “Yüzde 50’ye mi indi? Daha önce yüzde 80’lerdeydi, tebrik etmek lazım Türk ekonomi kurmaylarını... Harika!” sözleri, ardından salondan yükselen alaycı gülüşler, Türk gazetecinin mahcubiyetle birleşince, bir halkın karın ağrısının o anın içine sığmış hali gibiydi.
Ama sormadan edemiyorum: Adam haklı mı?
Rus ekonomisi Ukrayna savaşına rağmen tüm ambargoları delip büyürken, Türkiye’deki ekonomi kurmayları “yüzde 50’ye düşen enflasyonu” başarı diye pazarlıyor. Evet, 80’den 50’ye düşmek de bir şeydir, ama büyük bir uçurumdan aşağıya düşerken ilk dala tutunmayı zafer sanmak da nedir?
SAVAŞ RAKAMLARI
Biliyor musunuz, savaşın ortasındaki Rusya’da enflasyon yüzde 8.5, işsizlik yüzde 2.6. Bizde? Kayıt dışını da hesaba katarsak bir “Suç ve Ceza” hikayesine dönüşür. Rusya’nın savaş ekonomisi bile dış ticarette kâra geçerken, (yılın ilk 10 ayındaki bütçe açığı 2.2 milyar dolar); Türkiye de ise bütçe açığını (10 ayda 36 milyar dolar) nasıl bu kadar büyüttüğümüzü anlayabilmiş değilim.
Petrol ve gaz gelirlerini yüzde 41 artıran Rusya adeta dünya ambargolarına karşı bir satranç ustası gibi oynuyor. Biz ise enflasyonla mücadelede tavlada zar atıyoruz. Ruble bir savaşın içinde bile makul bir seviyede kalırken, liranın değerini konuşmaya çekiniyoruz. Ne demişti Shakespeare? “Sözler, ruhun aynasıdır.” Bizim bu durumda ne söyleyecek halimiz var ne de aynamızda görecek bir istikrar.
Putin’in dalga geçmesi mi? Haksız diyemem. Ama bu durumu bir gurur meselesi haline getirmek yerine, aynaya bakıp sormak lazım: Bu kadar büyük bir ekonomide neden çözüm üretemiyoruz? Çünkü israf ve yolsuzluk had safhada da ondan. Tolstoy’un dediği gibi, “Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür, ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez.”