Zaman zaman bu köşede romanlarından alıntılar yaptığım değerli roman yazarı kardeşim Hasan Baran için yazmak, yaşamaktır. Öyle ki hasta olduğu günlerde bile yazmayı aksatmaz. Bu nedenle çok genç diyebileceğimiz bir yaşta katarakt ameliyatı oldu. Geçenlerde ameliyat sonrası gözlerini kontrol ettirmek için gittiği doktorundan çıkışta yaşadığı, insana “Bu kadarı da olmaz” dedirten bir olayı anlattı.

Ben de sizlerle paylaşıyorum:

★★★

Çocukluğumdan kalan bir duyguyla leblebi şekerini çok severim. Küçük kar topaklarına benzeyen o beyaz şekerli leblebileri ne zaman görsem, çocukluğum aklıma gelir ve leblebi şekeri yemeyi canım çeker. 

Önceki gün hastaneye gittim. 

Katarakt ameliyatımı yapan doktor gözlerimi kontrol etti ve “Gayet iyi” dedi.

O sevinçle hastaneden aşağıya, çarşıya doğru yürüdüm. 

Çerezcinin önünden geçerken tablalara sıralanmış çerezler içerisinde bembeyaz parlayan leblebi şekerleri hemen gönlümü çeldi. Kar güneşinin harıyla parlıyorlardı sanki. Tatları da çocukluğumda yediğim kar helvasına benziyordu mutlaka. 

Bugün bahtım açıktı, gözlerim ameliyat sonrası daha iyi görüyordu, renkleri daha canlı seçiyordu. 

Bunun şerefine kendime bir ziyafet çekmeye karar verdim. Yüz gram leblebi şekeri alacak, birazını deniz kenarında yiyecek, kalanını da eve götürecektim. 

★★★

Hayli şişman çerezci kapının önünde duruyordu. 

“Bana yüz gram leblebi şekeri verir misin?..” dedim. 

Dışarıdaki bembeyaz parlayan leblebi şekerlerden vereceğini sandım, ama çerezci “içerden vereyim” dedi. “Peki” dedim.

İçeriye girdik. 

Leblebi şekeri çekmecesini çekti, küçük çerezci küreğine leblebi şekerini doldurdu, bir naylon torbanın içine koydu, yüz gram tartıp bana verdi. 

“Bunlar dışardakiler gibi beyaz değil, sarımsı” dedim. 

“Dışarda güneş vuruyor da onlar öyle görünüyor, bunlar içerde oldukları için böyle görünüyor” dedi. 

Ben de çerezciye inandım. 

Yüz gram leblebi şekeri alıp çıktım. 

Sonra deniz kenarına gittim…

★★★

Deniz mavi öpücüklere boğulmuştu sanki ve dalgaların, beyaz köpüklerin, tuzların, yosunların, iyotların, irili ufaklı çeşit çeşit balıkların, eski korsanların, süngercilerin, balıkçıların, gemicilerin ruhlarının kutsandığı, bir mabede benzeyen kıyıda, balıkçı tekneleri nazlı nazlı salınıyorlardı. 

Dua eder gibi baktım denize. 

Uçan martılara gülümseyerek baktım. 

Etrafta dolaşan insanlara sevgiyle baktım. 

Her şey ne güzeldi. 

Tüm bu güzelliklere leblebi şekerinin tadının güzelliğini de eklemek istedim. 

Leblebi şekerinden üç beş tane alıp ağzıma attım, fakat kokusu ve tadı bir tuhaftı. 

Çok beklemiş, çok eski, çok bayat olduğu belliydi. 

Leblebi şekeri gibi değil de, bayat balık gibiydi! 

Bu yüzden şekerli beyaz kısmı, bayat balığın gözleri gibi sararmıştı! 

Çerezci müşteri çekmek için taze ve bembeyaz leblebi şekerlerini dışarıya koymuştu ama içeride bayat, eski leblebi şekerleri satıyordu. 

Alt tarafı yüz gram leblebi şekeri almıştım, kendince onda bile kandırmıştı.

Yüz gram leblebi şeker için bile kandıracak kadar kişiliği bozulmuş, ruhu bayatlamıştı!.. 

★★★

Birden her şey karardı. Biraz önceki engin mavilik keder denizine dönüştü. 

Martılar uçan sızılara dönüştü. 

İnsanlar kör, sağır, duygusuz kuklalara dönüştü. 

Geleceğe ait, bu ülkeye ait, bu ülkenin insanlarına ait her şey karardı. 

Kocaman, tüm ülkeyi kaplayan bir kapkara bulut gördüm o an…

★★★

Ülkemizde belki ileride ekonomi, şu, bu düzeltilebilir, ama bu kişiliği bozulmuş, ruhu bayatlamış, yüz gram leblebi şekeri için bile insanı kandıracak kadar insanlıktan, ahlaktan, erdemden, kültürden, dürüstlükten kopmuş, uzaklaşmış insan güruhu nasıl düzeltilecekti?

Düzelebilir miydi?

Hiç sanmıyorum!..”