Yazının başlığını değerli düşünür ve yazar Kerem Çalışkan’dan ödünç aldım zira onun bu konuda yazdığı aynı ismi taşıyan bir kitabı var.

Kitabın ana fikri yazar tarafından, “1915 Ermeni tehciri, 1912 Balkanlar’daki Türk ve Müslüman soykırımının Anadolu’da Rus Çarlığı ve Ermeni milliyetçileri tarafından tekrarlanmak istenmesinin sonucudur. 1912-1915 arasında sanılandan çok daha fazla bir neden-sonuç ilişkisi vardır” olarak açıklanmaktadır.

Yazar, o dönemin gelişmelerini sebep sonuç bağlamında ele aldıktan sonra, bu çerçevede okuru “büyük fotoğrafı” görmeye çağırıyor. 100 yıl önce Anadolu’da yaşanan “paylaşım savaşını” hatırlatıyor ve herkesi, bölgede yeniden bir “paylaşım savaşının” vurgusuyla uyarıyor. Çarpıcı bir sonla bitiriyor: “Tarihten yansıyan kavgalar, yarına ışık tutuyor. Evet, tarih artık yarındır!” (Kerem Çalışkan, 100 Yılın Rövanşı, Caretta, 2012, s. 138).

Kitabın yayımlandığı 2012’den bu yana yaşananlar da yazarı doğrular niteliktedir.

Birinci Dünya Savaşı (BDS) öncesinde, içinde ve sonrasında yaşananlar Türkleri Asya’ya sürme arayışının bir parçasıydı. Nitekim Justin McCarthy de o dönemde yaşananları sade bir üslupla dile getirmiştir:

“(…) 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşlarında, BDS’de ve Türk Bağımsızlık Savaşı’nda Türkler dünyanın öteki halklarından daha çok acı çektiler. (…) Ruslar nüfuslarının yaklaşık %8’ini yitirdiler. Almanların, Fransızların, İngilizlerin BDS’de çok acı çektiği söyleniyor. Ama bunların uğradığı acı, nüfuslarının %1’ini yitirmiş olmalarıdır. Anadolu ise nüfusunun dörtte birini yitirdi. Anadolu’nun Van ve benzeri yörelerinde, savaş sonunda nüfusun yarıdan çoğu yitirilmiş bulunuyordu. (…) Yunanlılar, Anadolu’yu işgal ettiklerinde, yani Batı Avrupalı devletler onlara ‘Anadolu’yu alın!’ dediğinde, Türklerin gidecekleri bir yer kalmamıştı. Onlara hiçbir şey bırakılmamıştı.

“Atatürk bu ortamda bulunuyordu. (…) Bence Türk halkı son derece şanslıydı. Çünkü eğer Atatürk gelmeseydi, Türkiye gibi bir ülke kalmayacağı gibi, bunun ötesinde artık Türk kalmayacaktı. Orta Asya’da bulunabilirdi. Ama Anadolu’da Türk kalmayacaktı. Çünkü Türkler bulundukları yerlerden kovuluyor, kovuluyor kovuluyorlardı. Artık gidecekleri başka yer kalmamıştı. Eğer Yunanlar ile Ermeniler Anadolu’yu ele geçirselerdi, Türklere yaşayacak yer kalmayacaktı.

“Atatürk Türkleri Kurtuluş Savaşı’yla kurtardığı gibi, yeni bir cumhuriyet de yarattı. İnanılmaz başarılar elde etti. Çok şaşırtıcı başarılardı bunlar. Yıkılmış bir ülkeyi eline alıp onu sonunda demokrasiye kavuşturdu. İşlerliği olan bir ekonomiye sahip kıldı.” (Ozan Ozankaya, Atatürk ve Cumhuriyeti, İş Bankası, 2023, s. 153,154).

Buraya kadar yazdıklarım, dış boyuta ilişkindi. İşin bir de iç boyutu var. Orada da 100 yıllık bir rövanş söz konusu…

Ülkeyi işgalden kurtaran ve cumhuriyeti kurarak “bağımsız ülke”, “egemen halk”, “özgür ve eşit birey” idealini, ”akıl, bilim ve ahlakı” rehber edinerek kuvveden fiile çıkaran Atatürk’ü ve eseri olan cumhuriyeti, birileri tarih sahnesinden silmek/dönüştürmek istemektedir.

İçerde yaşananın özeti budur.

Bu rövanş mücadelesi Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin kurumlarını kötürüm etmiştir. Çok partili dönem genelde büyük bir demokrasi adımı olsa da özelde gerçek demokrasiye giden yolu tıkamıştır. Ülkeye uzun yıllar egemen olan “sandık demokrasisi” dahi son yıllarda nefessiz kalmıştır. “Özgür ve eşit birey” ideali ortadan kaldırılmıştır. Yerine inanan ve itaat eden birey konmaktadır. Artık “egemen halk” da yoktur. Parti liderlerinin seçtiği kişiler TBMM’de el kaldırıp indirmekle meşguldür. Dış borç batağındaki ülkeden artık “bağımsız ülke” diye bahsetmek kendimizi kandırmaktır.

Sırada siyasi ve hukuki “Türk” kimliğini etnik boyuta indirgeme, algılatma ve varlığı tartışılır düzeydeki “laik” yapıyı bütünüyle ortadan kaldırma arayışı vardır.

Yeni bir ülke kurulmak istenmektedir. Bu maksatla önce TSK kumpaslara maruz bırakılmıştır. Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Poyrazköy vb. davalar TSK’yı itibarsızlaştırma ve devlet içindeki etkisini kırma operasyonu işlevini görmüştür.

Amiraller Bildirisi’ne gösterilen ahlaksız tepki, Piyade Okulu’ndaki teğmenlere yapılan muamele ve son olarak Kara Harp Okulu’nda kendisini “Mustafa Kemal’in Askeri” olarak nitelendiren teğmenlere yapılmak istenen, Atatürk Cumhuriyetinin varlığına kendisini adamış subay zihniyetini TSK’dan silme gayretinin dışa vurumudur.

Şubat 2011’deki toplu Balyoz tutuklamalarının ardından yaşananlar, ABD ile Suriye’de rejim değiştirmeye girişilmesine, Açılım macerasıyla PKK ile iş tutulmasına, palazlandırdıkları FETÖ’nün 15 Temmuz darbesine girişmesine yol açmıştı. Aynı tarihsel aralıkta ülke sınırlarının milyonlarca Suriyeli ve Ortadoğuluya açılması rastlantı değildi.

Ardından yargı siyasetin vesayeti altına alındı. Bütün devlet kurumlarında görevliler liyakat yerine sadakate dayalı olarak belirlenir hale geldi. Bunun için esas ölçüt Sünni Müslüman ve AKP zihniyetini benimsiyor olmak oldu.

Batılılar Türkleri Asya’ya sürmek istemişti. AKP iktidarı da, buna karşı koyan kahramanı tarih sahnesinden silerek cumhuriyeti içinden dönüştürmek istiyor. Atatürk’ün zihinlerde yaşamasını ve ülkede hayat felsefesi olarak benimsenmesi fikriyatını ortadan kaldırmak istiyor. Onun manevi mirasçılarının devlet içinde varlığından kaygı duyuyor.

Bu arayışın son kurbanı teğmenlerdir.

Ortada hatalı olarak algılanan ya da öyle gösterilen bir durum var. Varsayalım ki hata var. Hatada kasıt varsa disiplinsizlik olur. Oysa hata olduğu bile söylenemez. Ayrıca bir şeyler yapan hata yapar, hiçbir şey yapmayan hata da yapmaz. Ama hiçbir şey yapmaya cesaret edemeyenle savaş kazanılmaz! Askerini korkutan siyasetçiler, teğmenini korkutan komutanlar onları inisiyatifsiz kılar ve inisiyatiften yoksun genç askerler savaşamazlar! İkinci Dünya Savaşı’nda Rus ordusunun geç toparlanmasının sebebi inisiyatif yoksunluğuydu.

Teğmenlerin yaptıkları disiplinsizlik değildir. “Mustafa Kemal askerleriyiz” demek, gerçek anlamda bir iç disiplini işaret eder ve bu yaptıkları TSK üzerinden devlete itibar kazandırmaktır. Mustafa Kemal’in askeri olmak başlı başına bir onur ve itibar vasıtasıdır.

Bunların bilincinde olmayan ve attığı her adımı hayali “askeri vesayet” ile mücadele perspektifi üzerinden inşa eden egemen zihniyet onlara ceza verebilir, meslekten ayırabilir. Ancak bu kararın verilmesini arzu edenler ve verenler, siyaset bilimci Andrew Heywood’un belirttiği gibi, “askerin siyasetin aynası olmasını” daha fazla sağlayarak asker-siyaset ilişkilerinin doğasını daha da olumsuz etkilemek yanında; yaşamlarının geri kalan kısmında kendi itibarlarıyla yüzleşmek durumunda kalacaklardır.

CB Erdoğan’ın “iç cepheyi güçlendirme arayışına” balta vuracak bu tercihten vazgeçilmelidir.

Günümüzde, vatanı ve cumhuriyeti korumanın yolu, “Mustafa Kemal’in Askeri” olmaktan geçiyor…

Dışardan gelen baskılara ve içerde üreyen yıkıcılığa rağmen, ikinci yüzyılda yeniden Atatürk diyenler, ülkeyi selamete ulaştıracaktır.