‘Açlık Oyunu’ gibi özgürlükçü, otoriterleşmeye karşı filmler aynı zamanda toplumların en azından perdede izledikleri bu hikayelerle soluk almaları için de tüm dünyada dolaşıma sokulmakta. Yani Hollywood bu devrimci fanteziler üzerinden de para kazanmakta...

Hollywood’un en kalabalık müşteri kitlesine yani gençlere, ‘19842, ‘Cesur Yeni Dünya’ veya ‘Fahrenheit 451’ gibi sağlam faşizm eleştirileri yapan romanlardan yola çıkan hikayeleri cilalı filmlerle sunmaları çok da şaşırtıcı değil. Bu genç kuşağın aynı edebi güçte olmasa da kendi edebiyatı da oluştu zaten zamanla. Gidişattan memnun olmayan, baskıcı bir düzende yaşamaya zorlanan ama her şeyi tersyüz etmeye kararlı genç kız ve erkeklerin heyecanlı ve romantik hikayeleriyle dolu kitaplar bunlar. İktidarlarını korumak için onların yaşam tarzlarını belirlemeye çalışan büyüklere karşı başkaldıran gençlerin hikayeleri... Zaten ancak da sinemada hoşgörüyle bakılıyor bu durumlara maalesef...
Bu çok rağbet gören ergen fantastik romanlarında iki tür eğilim var: gotik özellikler de taşıyan romantik gerilimler (‘Alacakaranlık’ serisi vb..) ve distopik bir gelecekte bir başkaldırı hareketinin öncüsü olan ‘seçilmiş’ gençlerin heyecanlı hikayeleri, yani ‘Açlık Oyunları’ (The Hunger Games) gibi filmler... İlginç olan bu romanların çoğunlukla genç kadınlar tarafından yazılıyor olmaları... Bu yüzden de kahramanları da genellikle genç kızlar.
‘Açlık Oyunları’nın üç kitaplık serüveni dört filmlik bir seriye dönüştürüldü. Son kitap ‘Alaycı Kuş’un ilk filmini geçen yıl kasım ayında izlemiştik. Doğal olarak ilk iki kitabın birer filmle son kitabın da iki filmle perdeye aktarılmış olması başarılı bir ticari hamle olabilir ama dramatik olarak riskli bir karardı. Yine de ‘Alaycı Kuş’un ilk bölümünde iyi ayarlanmış bir tempo bu dezavantajı hissettirmiyordu. Ancak ikinci film çeşitli manevralara rağmen bitmek bilmiyor ve üç filmdir bizi peşinden nefes nefese koşturan Katniss’le olan vedalaşmamızı da zedeliyor.


DAHA GÖRSEL OLABİLİRDİ


Kitapları okumadım ama ilk üç filmi severek izlemiş ve anlamlı bulmuştum. Faşist bir rejim uygulayan diktatör Snow’a karşı ayaklanan fakir halkın kahramanı olan genç okçu kız Katniss’in bu başkaldırı hikayesi, ilk defa anlatılan, çok orijinal bir hikaye değil kuşkusuz. Nitekim ‘insan avı’ temalı bir oyuna zorla dahil edilmiş Katniss’in bu oyunun dışına taşan mücadelesi üç filmdir akıcı ve heyecanlı bir şekilde yürümekteydi. Ancak bu iki filmlik uzatma stratejisi yüzünden finalin akıcılığı zedeleniyor. Mesela filmin sanki geçen hafta izlediğimiz bir dizinin yeni bölümüymüş gibi açılıyor olması, sonrasında izlediğimiz aksiyonun zoraki ve tatminsiz olması gibi sorunlar birbirini takip ediyor. Diktatör Snow’u yıkmaya çalışan direnişçilerin başındaki Coin adlı karakterin (Julianne Moore) yeni bir diktatörlüğe doğru yöneliyor olması çok iyi bir fikir. Sonuçta ‘açlık oyun’u kurgulayanlar gibi, doymak bilmeyen iktidar tutkularını sürdürmeye çalışanların da başka bir ‘siyaset oyunu’ var. Katniss’in bu oyunu sürekli bozmaktan yorulup finalde kenara çekilmeyi seçmesi çok anlamlı tabi ki. Ancak ben bu hikayenin daha görsel, daha etkileyici bir sinemayla anlatılmasını tercih ederdim. Katniss’in minik bir ekiple başkente doğru çıktığı yolculuk, heyecan katsın diye küçük bir ‘açlık oyunu’ turnuvasına dönüştürülmüş. Ama bu kısımdaki aksiyon sahneleri (bize ‘Aliens’ı hatırlatsa da) o kadar sıradan ki, insan 80’lerdeki ya da 90’lardaki aksiyon yönetmenlerini özlüyor. Katniss’in iki erkek arasındaki duygusal savruluşu da hem klişe hem de sağlam işlenemeyince ‘bu da olsun’ diye yapılmış gibi duruyor.
Yine de ‘Açlık Oyunları’ serisi diğer teenage aksiyonu serilerine göre daha iyi ve yoğundu. Jennifer Lawrence’ın yeteneği ve şaşırtıcı karizması bu filmlere büyük katkı sağladı.



Hayatla başa çıkabİlmek...

Ülkemizde daha çok ‘Oğul Odası’ adlı dramatik filmiyle bilinen İtalyan sinemacı Nanni Moretti’nin 13. uzun metrajlı filmi “Annem”, yönetmenin yine dokunaklı bir hikayesini zarifçe gözlerimizin önüne getiriyor. Kendi hayatını, hayattaki yerini sorgulayan bir film yönetmeni olan Margherita adlı orta yaşlı bir kadının annesi ağır hastadır. Son filmini çekmeye çalıştığı günlerde hastanede yatmakta olan annesiyle de yarım yamalak ilgilenmeye çalışırken onunla olan ilişkisini ve dolayısıyla kendi iç dünyasını sorgulamaya başlar. Erkek kardeşi Giovanni anneleriyle daha yakından ilgiliyken Margherita annesini kaybetmek üzere olduğunun bilincinde olmasına rağmen bunu dışarıya bir türlü yansıtamaz.


FİLM İÇİNDE FİLMi


Margherita’nın yeni filminin konusu da bir fabrikanın el değiştirmesi ve fabrikanın işçilerinin yaşadığı sorunları anlatan bir politik dramadır. Fabrikanın yeni sahibini oynayan Amerikalı oyuncunun sete gelişi birtakım başka sorunları da beraberinde getirir. Margherita bir yandan da bu uyum sorunlarını çözmeye çalışır.
‘Annem’in ‘film içinde film’ anlatımında kimi aksaklıklar yok değil aslında. Amerikalı oyuncunun Margherita’nın dramından çok uzak bir dünyası var mesela. Bu da zaman zaman hikayenin ana omurgasında kopukluk yaşatıyor. Onu canlandıran John Turturro’nun yüksek enerjili bir performans sergilemesine rağmen daha farklı bir paralellik kurulabilirdi. Ama diğer yandan Margherita’nın kişisel hayatıyla iş hayatı arasındaki benzer-tezat durumlar bize, çok büyük meseleler içinde olmasak bile hayatın daha durduğu yerde insanı ne kadar da zorlayan ve yoran bir süreç olduğunu hatırlatıyor. Çünkü hayal kırıklıklarımız, yanlışlarımız, doğru bildiklerimiz ve duygularımızla dopdoluyuz. Margherita’nın eski sevgilisinin ona dediği gibi; bazen ‘asıl mesele’ye odaklanamayıp tali konularda cebelleşip duruyoruz. Margherita annesini kaybetmeye yaklaştıkça bu gerçeğiyle yüzleşir ve baş etmeye çalışır...
Bazı sinema filmlerini kendi içimize yapılan yolculuklar olarak değerlendirdiğinizde farklı bir seyir deneyimi yaşarsınız. “Annem” size bunu yaşatan filmlerden biri olabilir. Sadece kendinizi Moretti’nin sakin filmine bırakıp Margherita’nın hüznünü ve çelişkilerini anlamanız gerekiyor.


Başarısız bir kopya


2009’da ‘en iyi yabancı film’ Oscar’ını kazanan ‘Gözlerindeki Sır’ (El Secreto De Sus Ojos) o yılın en iyi filmlerinden biriydi. Arjantinli yönetmen Juan José Campanella’nın filmi, insanların faşizme karşı sinikliğini ve suskunluğunu, gerçekte ne istediğini söylemekten korkan küçük adamın haline benzetir. Çünkü 1974’te gerçekleşen bir tecavüz/cinayetin failini bilmelerine ve yakalamalarına rağmen baskıya boyun eğen, korkan kahramanları aradan geçen 25 yıl sonra hem hiç dillenememiş aşklarının hem de bu yakıcı gerçeğin peşine düşerler. ‘Gözlerindeki Sır’ bir kez izlendiğinde hiç unutulmayacak filmlerden biridir...
Bu filmin Amerikan yeniden çevrimi olan ‘Gizemli Gerçek’ ise orijinal filmin Arjantin’deki cunta dönemi karanlığını Amerika’nın 11 Eylül sonrasındaki paranoya ortamıyla değiştirmekte. Filmde Jess adlı bir FBI ajanının (Julia Roberts) ergen kızının cesedi FBI’ın sürekli gözetlediği bir caminin hemen yanındaki bir otoparkta bulunur. Jess’in yakın arkadaşı ajan Ray (Chiwetel Ejiofor) bu vakayı kafasına sarar ve katil olduğunu düşündüğü kişiye ulaşır. Bir yandan da aynı büroda çalışan ama başkasıyla nişanlı olan Claire’e (Nicole Kidman) de abayı yakmıştır. Ray’in yakaladığı şüpheli, suçlu olduğu kanıtlanmasına rağmen El Kaide’ye ait hücre evleri konusunda FBI’a muhbirlik yaptığı için serbest kalır.


UYGULAMA SORUNLARI DİKKAT ÇEKİYOR


Kağıt üstünde aynı hikayeye yapılmış iyi bir yorum gibi görünse de uygulamada ciddi sorunlar var. Sırf karakterlerden birini Julia Roberts oynuyor diye, ona hikayede gereğinden fazla alan açılmış. Bundan dolayı da ne orijinal filmdeki utangaç aşk hikayesi burada işleyebiliyor ne de kurulmak istenen 11 Eylül sonrası paronaya ortamı düzgün çalışıyor. Bu tema üçlüsünün hiçbir ayağı yeterince iyi işlenemiyor. Herhangi bir sinematografik başarıya da rastlamak pek mümkün değil. Orijinal filmdeki olağanüstü stadyum sahnesi kötü ve yarım bir taklitle yer alırken, kadrajlar ve mizansenler bir televizyon dizisi seviyesine bile yaklaşamıyor. Oysa Billy Ray’in önceki iki filmi de iyi birer politik gerilim örnekleriydi.


Konu evlİlİk


AngelIna Jolie ve Brad Pitt çiftinin ‘Bay ve Bayan Smith’ten sonra ikinci buluşmaları, Jolie’nin yazıp yönettiği bu evlilik dramasında gerçekleşiyor.
1970’lerin Fransa’sında bir karı-koca sakin bir sahil kasabasına gelir. Adam yazardır ve yeni kitabını yazmakta zorlanıyordur. 14 yıllık evliliklerinde bir sorun olduğu çok bellidir. Roland ve Vanessa’nın arasında kavga boyutuna gelmese de bir gerilim vardır. Birkaç gün sonra yan odalarına yeni evli, genç bir çift yerleşir. Balayına gelmişlerdir ve sürekli sevişiyorlardır. Vanessa iki oda arasındaki duvarda bir delik keşfedince bu çifti gizlice izlemeye başlar. Bir süre sonra iki çift arasında bir iletişim oluşur. Genç çiftin enerjisi en başta Roland ve Vanessa’ya iyi gelse de bu hep böyle devam etmeyecektir...
Jolie’nin bu uzun filmi, ünlü İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni’nin filmlerini andırsa da aynı zenginliği taşımıyor. Çiftin arasındaki meseleyi sonuna kadar saklayıp finalde patlatmayı uman Jolie’nin sürprizi, filme en büyük darbeyi indiriyor. Filmin evlilik üzerine düşünmeye ‘çalışan’ (!) yapısı bir anda bir kadının başka bir kadına duyduğu sağlıksız bir ‘kıskançlık’ vakasına indirgeniyor. Halbuki bambaşka işlenip çok daha evrensel bir evlilik hikayesine dönüşebilirdi. Gelgelelim Angelina Jolie’nin de artık androide benzeyen fiziğiyle sıcak bir performans verebilmesi pek mümkün görünmüyor. Ama Brad Pitt her zamanki gibi kendisini izletmeyi başarıyor. Filmde çalan Serge Gainsbourg şarkıları ise çok güzel...