Altı yaşındaydım.
Hayli yaşlı bir komşumuz vardı.
90 küsur.
Vade doldu.
Vefat etti.
İlk kez tanışmıştım ölümle... Dün gibi hatırlıyorum. Mahallede adeta yas ilan edilmişti. Televizyon açmak yasak. Radyo yasak. Teyp yasak. “Duyulur, ayıp olur” deniyordu. Yüksek sesle konuşmak yasak. Top oynamak yasak. Çıt çıkarmaya utanılırdı. Sessizlik hakim olurdu. İşine, okuluna gidenler, başı öne eğik, hüzün korteji gibi yürürdü.

*

Yatağında, eceliyle son nefesini veren 90 küsur yaşındaki insanlarımızı bile, böyle uğurlardık... Hatırlarsınız.

*

Türkiye henüz bu duygularını yitirmeden önce, gazeteciliğe başladım. Gece muhabiriydim. İlk haberim, cinayetti. Zordu. Öldürülen kişinin tek kare vesikalık fotoğrafını alabilmek için, cenaze evine gidip, kendimi sivil polis olarak tanıtmıştım. Başka çarem yoktu. Çünkü, gazeteci falan giremezdi cenaze evlerine... Hatta mahalleye bile giremezdi. Acılı aileye saygısızlık olarak kabul edilirdi.

*

Diri’ye olmasa bile...
Ölü’ye saygı vardı en azından.

*

Sonra?
Sonra bi haller oldu bize.

*

Darbeyle beraber yozlaşma hızlandı, 80’lerin sonuna doğru, cinayet mahalline gitmemize gerek kalmadı, cinayet mahalli bize gelmeye başladı!
“Gazeteye çıkayım da, nasıl çıkarsam çıkayım” gibi, tuhaf bir duygu toplumu zehirliyordu.
Telefon ediyorduk, öldürülen kişinin ailesi fotoğraf albümünü koltuğunun altına koyup, getiriyordu.
Önceleri araç gönderiyorduk. Baktık ki, gereksiz masraf oluyor, “taksiye binin, öyle gelin” demeye başladık.
İnanmakta güçlük çekeceksiniz ama, komşular da gelsin diye, minibüs tutanı bile gördüm.

*

90’lı yılların başında, artık zahmet edip telefon etmiyorduk.
“Cinayet oldu, fotoğrafları getireyim mi?” diye telefon ediyorlardı.
E memlekette cinayetler artmıştı, hangi birini basacağız... “Öldürülen kız güzelse getir, güzel değilse boşver” demeye başladık.
Manşeti sağlama almak için kurbanın gelinliğini getiren bile oluyordu.

*

90’ların sonuna doğru, maktul aileleri şımardı!
Özel televizyonlar çıktığı için, gazetelere yüz vermemeye başladılar, “tirajın kadar konuş” diye küçümsüyorlardı.
Gazeteler kurbanların kuru kuruya fotoğraflarını vermeye çalışırken, televizyonlar şakır şakır düğün videolarını yayınlıyordu.
“İşte görüyorsunuz sayın seyirciler, katil aile dostuydu, boğazını kestiği geline bileziği böyle takmıştı, şöyle halay çekmişti” filan.

*

Bilahare, milenyum geldi. 2000’ler... Öldürülen kadının tatil videosu, katledilen çocuğun sünnet videosu falan kesmemeye başladı. Zaten, video işi internete kaymıştı, cinayet seyretmek için ana haber bültenlerini beklemeye gerek kalmamıştı, tıkla, hemen seyret... Özel televizyonlara yeni bi atraksiyon lazımdı. Bulduk...
Anne-babalara “evinize canlı yayın aracı gönderelim, çocuğunuzu nasıl öldürdüler çıkın anlatın” demeye başladık. Kabul ettiler!

*

Ama... Canlı yayın araçlarının parasını sokaktan toplamıyorduk. Fazla pahalıya maloluyordu. “Çok istiyorsanız, gelin stüdyoda spikere anlatın” demeye başladık. Onu da kabul ettiler!

*

Bu sefer, başka bi pürüz çıktı ortaya... Özel televizyonların sayısı belki 100 tane, öldürülenin anası-babası sadece iki kişi.
Arz-talep meselesi yüzünden, karaborsa oluştu.
İşin içine para girdi.
“Bizim ekrana çıkmanız için şu kadar para veriyorum” diyen kanala çıkmaya başladılar. Para verenlerin reytingi arttı.
Aileler tadını almıştı. “Para vermem” diyenlerin telefonuna bile çıkmıyorlardı.

*

Bi ara ipin ucu öyle kaçmıştı ki, sektör haline gelmişti. Komisyonla çalışan aracılar peydah olmuştu. Aileyi önceden bağlıyor, futbolcu menajeri gibi, televizyon kanallarıyla pazarlığa oturuyorlardı.
Neyse ki, medya patronları musluğu kesti, “etik gazetecilik” ayağına yatıldı, haber için para ödenmekten vazgeçildi.

*

Medyamız bu olan bitenlerden ders çıkarmıştı. Özeleştiri yaptık. Dedik ki... Rekabet için birbirimizin kafasını gözünü yarmayalım, herkese yetecek kadar maktul ailesi var, paylaşalım!

*

Bu makul öneride uzlaştık.
Aileleri kırışmaya başladık.
Kurbanın babası star’a çıkıyorsa, annesi kanal d’ye çıkıyor, ağabeyi atv’ye gidiyor, kızkardeşini show tv alıyordu. Haber kanalları zayıf kalıyor, genellikle amca’yla teyze’yle idare ediyorlardı.
Herkes konuklarını aynı anda canlı yayına çıkarıyor, reytingin takdiri yüce Türk milletine bırakılıyordu!

*

Ailece anlatılıyor...
Ailece seyrediliyordu.

*

Böyle böyle, yavaş yavaş, bir zamanlar 90 küsur yaşındaki komşusunun eceliyle vefatında bile adeta yas ilan eden toplum... Gencecik, hunharca ölümleri bile normalleştirdi. Rutinleştirdi.

*

Ve dün, gazetelerde yayınlandı...
Özgecan’ın babası, sahneye çıkıp konser verdi!

*

Evet, yanlış okumadınız.
Tayyip Erdoğan’ın emriyle “devlet sanatçısı” yapıldı, Mersin Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’na alındı, kızının adı verilen meydanda, ramazan konserinde sahneye çıktı, solistlik yaptı.

*

Kızı öldürüldüğünde şarkıcı olsaydı, hayat devam ediyor diyeceğim ama... Kızı öldürüldüğünde grafikerdi, matbaalarda çalışıyordu.
Müziğe merakı var diye, Tayyip Erdoğan tarafından “devlet sanatçısı” ünvanı verildi, çıkıp şarkı söylesin diye, koroya dahil edildi.

*

Vardığımız nokta itibariyle, ne demeli, inanın bilemiyorum.
Şu kadarını diyeyim bari...
Türkiye’nin sorunu, hukuki veya siyasi değildir.
Halledilemeyen sorunlarımızın kaynağı, çok daha derinde, çok başka bir yerdedir.