Eski kahramanlar öyle ya da böyle yeni filmlerle teker teker dönüyor. ‘Rocky Balboa’da kendi hikayesinin yan karakteri olarak dönüyor ‘Creed: Efsane Başlıyor’la...

İlk ‘Rocky’ filmi 1976 yılında yapılmış ve ülkemizde ikincisinden de sonra, 1982 yılında vizyona girmişti. Yaşı tutanlar bilir, eskiden filmler bize birkaç yıl sonra gelirdi. Dolayısıyla Türk seyircisi Rocky’nin hikayesini, yaşadığı zorlukları geç izlemeye başladı. Aslında ilk filmin senaryosu ders olarak okutulabilecek kadar düzgün ve iyi. Kaybetmeye mahkum gibi görünen bir adamın, azimle ve çalışmayla başarılı oluşunu, kendi hayatını kazanmasını anlatır. Hikayenin Philadelphia’da geçmesinin sebebi 4 Temmuz 1776’da Büyük Britanya Krallığı’na karşı ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin bu şehirde imzalanmış olmasıdır. Bu bildirgede şöyle bir madde vardır: “Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir. Bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve refahını arama hakları yer alır.” Bu bilginin ışığında bakınca Rocky’nin hikayesi daha da anlam kazanıyor.


Geçmiş ve bugün arasında duygusal bir köprü


Serinin sonraki filmlerinin dertleri çok başka ama ilk film ‘ezilen’ Rocky’nin ağır sıklet boks şampiyonu Apollo Creed’in karşısına çıkabilme çabası, yani bir eşitlik ve onur mücadelesidir. Yıllar sonra seriye katılan bu taze film, ‘Creed’in ana kahramanı ise Rocky’nin ilk rakibi sonra da kadim dostu olan Apollo Creed’in dul karısı tarafından yetimhaneden çıkarılıp refah içinde ve finansçı olarak (!) büyütülen oğlu Adonis. Adonis’in meselesi ise babasının soyadıyla değil kendi adıyla boks ringlerinde başarı kazanmak... Hiç tanımadığı babasının isminden ve hayaletinden kaçıyor ama bir yandan da onun mirasına sahip çıkmaya çalışıyor bu genç arkadaş! Bu önemli ayrıntıya takılmazsanız film büyük bir zevkle izletiyor kendini. Çünkü yönetmen Ryan Coogler, bu sıralarda yıllar sonra devam ettirilen diğer serilerde olduğu gibi, model olarak ilk filmi almış. Yine Philadelphia’da geçen filmde, bu sefer Adonis’in yükseliş hikayesinde Rocky’i bir yan karakter, yaşlı, bilge antrenör olarak izliyoruz. Senaryo ve film Rocky’i çok güzel konumlandırıyor bu hikayede. Adonis, özgüveni tavan yapmış İngiliz rakibi Ricky Conlan’la yapacağı maç için hazırlanırken (rakibin İngiliz olması da Amerikan tarihine bir gönderme gibi sanki), amcam dediği hocası Rocky’yle omuz omuza ayakta kalma mücadelesi içine giriyor. Film, her ne kadar Adonis ve Rocky’nin farklı sınıf dertlerini temsil ediyor olsa da, geçmişle bugün arasında güzel ve duygusal bir köprü kuruyor. İlk ‘Rocky’ filmini izlediğiniz zamanki duygularınızı hatırlatıyor izleyiciye. Zaten gücünü de bundan alıyor. Sonra da Coogler’ın bazı uzun ve ihtişamlı planları, filme çok iyi yerleştirilmiş müzikler ve ilk filme saygı duruşu yapan finalle filmden alınan lezzeti artırıyor.



Sylvester Stallone abartısız ve omuzları düşük performansıyla izleyenlerin sevgisini kazanıyor hemen. Michael B. Jordan ise Creed rolünde antipatik değil belki ama karakterin senaryodaki defosundan da zarar görmüyor değil.


Bu hikayenin bir kahramanı yok!


Quentin Tarantino’nun sekizinci sinema filmine kötü denilemez ama ünlü yönetmenin eski filmlerini aratıyor.

Amerikan İç Savaşı bitmiş ve vahşi batının son demleridir. Çok sert geçen bir kışta, ödül avcısı John Ruth bir posta arabasıyla, yeni yakaladığı, başına ödül konmuş Daisy Domergue adlı bir kadını asılması için Red Rock kasabasına götürüyordur. Fırtına yüzünden yolda kalmış başka bir ödül avcısı olan, eski asker Warren’ı ve sonrasında rastladıkları ve Red Rock’ın yeni şerifi olduğunu iddia eden Mannix’i de arabaya almak zorunda kalır. Bu uyumsuz dörtlünün yolculuğu giderek artan kar fırtınası yüzünden sekteye uğrayacak ve Minnie’nin Yeri adlı bir konaklama yerine sığınacaklardır. Bu mekanda onları Bob, Mobray, Joe Gage ve emekli general Sandy Smithers beklemektedir. İçeride şiddet dozu giderek artan bir sürü şey yaşanacaktır!


Kan ve dehşet senfonisi


Filmin ilk yarısı bütün karakterleri yavaş yavaş bir araya getirmeye çalışıyor ve bariz bir sıkıntı iyice kendini göstermeye başladığı anda Tarantino, filme anlatıcı gibi girip aslında öykünün göründüğü gibi olmadığını söyleyip ortadan kayboluyor! Sonrası, korku filmlerine taş çıkaran bir kan ve dehşet senfonisi... Kuşkusuz filmin lezzet veren kimi nitelikleri de yok değil. Çünkü bu yine de bir Tarantino filmi. Ennio Morricone’nin müziği, birbirinden iyi oyuncuları ve sürprizli sahneleri belli bir ilgiyle izletiyor filmi. Ama Tarantino’nun ‘Ucuz Roman’ günleri çok çok geride kalmış anlaşılan...