“13 Ocak 2014 tarihindeki televizyon programımın ilk 30 dakikasında Hasan Sabbah’ın başında olduğu “Haşhaşiler’i” anlattım. Bir taraftan onları anlatıyor diğer taraftan Gülen Cemaati ile benzer taraflarını tek tek ortaya koyuyordum. Tabii bu karşılaştırmayı yapmaktaki temel amacım, örgütü bilmeyenlerin “Haşhaşiler’in” örgütlenme şekline bakarak bunlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiğini anlayabilmeleriydi...…

*  *  *

Sanıyorum o program, “Paralel Devlet”le mücadelenin en büyük kırılma anlarından biri olarak tarihe geçti. Zira hemen ertesi gün 14 Ocak 2014 tarihinde Başbakan Erdoğan,  Gülen Cemaatini “Haşhaşiler’e” benzeterek, o güne kadar eşine hiç rastlanmayacak ölçüde çok sert bir konuşma yaptı. Analizlerin belirli noktalarca anlaşılmış olması beni ziyadesi ile mutlu etmişti...

*  *  *

(Bu örgütün yapısını çok iyi bilen, yıllarını bunların psikolojik harp taktiklerini çözmeye adayan biri olarak neler olacağını yıllar öncesinden tahmin ediyordum. Ve her platformda elimden geldiğince bunu dile getiriyordum. Mesela cemaatin yapısal şeklini ve devlet içerisine sinsice sızıp kilit noktalarını teslim aldıklarını, 2010 yılında bir dizi özel görüşme yaptığım CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na da detayları ile aktardım. O günlerde duydukları karşısında şaşkınlığını gizlemeyen Kılıçdaroğlu bana aynen şöyle demişti; “Bunlar cemaat değil, resmen bir çete! Bundan böyle bu partide hiç
kimse bunlardan “Cemaat” diye bahsetmeyecek!..)

*  *  *

Parantez öncesine dönersek... Ne yazık ki bu örgütle mücadele yolu ve yöntemi konusunda mutluluğum çok uzun sürmedi. 17 Aralık yargısal darbe girişiminin bertaraf edildiğine ve örgütün tamamen devre dışı kaldığına inanan bazı isimler ve kurumlar, mücadeleyi açıkça istismar ederek kendi “PİAR”larını yapma ve kadrolarını oluşturma derdine düştüler. Kiminle ve neyle mücadele ettiklerini unutan, sadece kimin cemaatçi, kimin cemaatçi olmadığını araştıran istihbarat kurumları, örgütün TSK içindeki sinsi yapılanmasını ve darbe hazırlığını göremediler! Devletin kilit kurumlarında böyle bir tuhaflık yaşanırken, medyada ise mücadele sulandırılmış, neredeyse hükümet aleyhine en küçük bir eleştiri yapan bile paralelci ilan edilerek yaftalanmaya ve karalanmaya başlanmıştı. Böylece asıl tehdit ve tehlikeler de ne yazık ki gözden kaçmıştı…

*  *  *

Ama durmaya niyetim yoktu. Tüm riskleri göze alıp, örgütün en tehlikeli ve vurucu yapılanmasının TSK’da olduğunu anlatan bir yazı kaleme aldım. Cemaatin ele geçirdiği bütün komutanlıkların isimlerini tek tek sıralayıp, bunların darbeye zemin hazırladıklarını ve mutlaka darbe yapacaklarını açıkladım. Sonrasında da ekranlardan TSK’da çok ciddi bir tehdit haline gelen örgütün, büyük çoğunluğu tuğgeneral ve yeni terfi eden bazı tümgeneraller düzeyinde üyesi olduğunu ve bunların aynı zamanda Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının TSK ayağında yer aldıklarını haykırdım...…

*  *  *

Ve işin acı tarafı, bu dikkatli ve titiz mücadelemin karşılığında Genelkurmay Başkanlığı “iddialarımın tamamen yalan ve iftira olduğunu, tek merkezden yönetilen bir algı operasyonuna hizmet ettiğimi ve TSK içine nifak sokmaya çalıştığımı” söyleyerek hakkımda suç duyurusunda bulundu.

*  *  *

Negatif bakış açısına rağmen elde ettiğim tüm bilgileri Askeri Savcılığa anlattım. Cemaatin TSK’daki başının ve darbeyi planlayanın o dönemin Adli Müşaviri Muharem KÖSE olduğunu yazarak delilleriyle birlikte teslim ettim. Savcıya, bu çalışmaları çok ciddi teyid ve araştırma mekanizmalarından geçirdiğimi, cemaatin eski ‘Emniyet İmamı’nın yanı sıra görüştüğüm diğer itirafçı imamlara da onaylattığımı belirttim. Emniyet’in Terör Daire Başkanlığı’na ulaştırılan birçok ifadede TSK boyutunun korkunç noktada olduğunun tespit edildiğini söyledim. Ayrıca Askeri Casusluk, Balyoz gibi davalardan mağdur olmuş komutanların da cezaevi süreçlerinde yaşadıklarından hareketle aynı isimlerin tarafıma bilgi verdiklerini ve durumun son derece ciddi boyutta olduğunu anlatarak ifadeyi tamamladım. Aynı gün benimle görüşmek isteyen Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’e de bildiğim tüm hususları anlattım...…

*  *  *

Yaptığım çalışmaları bilen bazı vatansever subaylar, benimle görüşmelerinde bütün cemaatçilerin isimlerini söylediler. Bu arada bir Askeri Yargıtay üyesini bizzat  Savcı Serdar Coşkun’un yanına götürerek gizli tanık olarak ifade vermesini sağladım. Bu kişi, Askeri Yargıtay üyeliğine kendisini bu yapının getirdiğini, örgütün bazı kafeteryalarda dualarla toplantıya başlayıp kararlar aldıklarını açıkça söyledi ve cemaatçileri isim isim savcıya verdi. Çok ilginçtir bu Yargıtay üyesi de o ifadesinde; darbeyi planlayan Muharrem Köse’nin adını, TSK’daki “baş cemaatçi” olarak yazdırdı!..

*  *  *

Ne acıdır ki, TSK’nın adeta Mehmetçik evlatlarını bağrına basan bir kurum değil, “Haşhaşi” ordusunun konuşlandığı bir merkez haline dönüştüğünü görüyor, ama ne yazık ki tüm çabalarımıza karşın kimseyi ikna edemiyorduk!..

*  *  *

Sonuç olarak; TSK’daki FETÖ yapılanmasına karşı kumpas mağduru Emekli Hakim Albay Ahmet Zeki ÜÇOK ile birlikte mücadeleyi sürdürmemize rağmen, çok büyük engellerle ve kötülüklerle karşılaştık. Maalesef hem siyaseten yetki sahibi olanlar hem de bu örgüt tarafından kandırılarak Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk kumpaslarına inandırılmış başta Hulusi Paşa olmak üzere hiçbir komutan tehlikeyi fark edemedi! Ve aslında bağıra bağıra gelen, o rezil 15 Temmuz gecesi yaşandı!..”

*  *  *

Sevgili okurlarım okuduğunuz büyük mücadeleyi veren kişi, FETÖ’nün kumpasıyla zindana atılan dürüst, yurtsever eski polis şefi, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabının yazarı Hanefi Avcı’nın avukatı olarak tanıdığımız Fidel Okan...…
Eğer Avukat Fidel Okan’ın inanılmaz saldırı ve iftiraları göze alarak yetkililerle paylaştığı, hatta sağır sultana bile duyurduğu bilgi ve uyarılar dikkate alınıp gereği yapılmış olsaydı, 15 Temmuz gecesi o kâbus, kesinlikle yaşanmayacaktı!..
Acı gerçek ne yazık ki budur!..
Türkiye bu vahim ihmalin sorumlularını bulmalıdır!..