“Resmi tören yapmaksızın nikah kıyan hakim veya vekili ile hakim veya vekili hazır olmadan, yetkisi olmaksızın nikah kıyan imamlar bir aydan altı aya kadar hapsedilirler...” (Ceza Kanunu’nda 1917’de yapılan değişiklik)

Önce müftülere nikah yetkisi verilecek dendi. Sonra bir şark kurnazlığıyla, müftülere nikah yetkisi, müftülüklere nikah yetkisine dönüştürüldü. Müftülüklere nikah yetkisi demek, aynı zamanda müftülerin görevlendireceği imamlara da nikah yetkisi demek... Bilindiği gibi 1926 Türk Medeni Kanunu’na göre müftülerin ve imamların, halk arasındaki tabirle, “resmi nikah” kıyma yetkisi yoktur.
Müftülüklere (müftülere ve imamlara) nikah yetkisi verilerek Türkiye’nin nereden nereye götürülmek istendiğini görmek için tarihte bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?

İSLAM’DA DİNİ NİKAH VAR MI?

Öncelikle İslam hukukunda nikah akdi, dini bir akid değildir. İslam hukukunda nikah akdini bir din adamının yapması veya nikah sırasında bir din adamının (müftünün veya imamın) hazır bulunması, ya da dini bir tören yapılması zorunluluğu yoktur. Çünkü İslam hukukunda evlenme, tamamıyla medeni bir sözleşmedir. Kadın ve erkeğin irade beyanlarını iki şahit huzurunda dile getirmeleri ve kadına ödenecek belli bir mihrin tespit edilmesi halinde nikah geçerlidir.
“İyi de o zaman ‘dini nikah’ veya ‘imam nikahı’ kavramı nereden geliyor?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim!
Anlatayım!

OSMANLI’DA NİKAH

Osmanlı Devleti’nde klasik dönemde nikahlar, bizzat kadılarca veya kadılardan alınan izinle imamlarca kıyılırdı. Eğer nikaha kadı (yargıç) katılmışsa “Hüccet-i Nikah” adlı bir belge düzenlenirdi. Fatih Kanunnamesi’nde kadıların nikah sebebiyle alacakları harçlar dahi belirlenmişti. Kadıların mahkemelerde kıydıkları nikahlar, Şeriye Sicillerine kaydedilmişti. Ancak nikahların ne kadarının kadılarca, ne kadarının imamlarca kıyıldığına ilişkin kesin bir bilgimiz yoktur.
Osmanlı’da kadılar veya kadı naipleri, nikah için imamlara “İzinname” adlı resmi bir evrak veriyordu. Ancak 1881’e kadar İzinnamesiz evlilikler de yaygındı, çünkü bunun bir yaptırımı yoktu.
Nikahı imamın kıyması, nikaha dini bir nitelik kazandırmak için değildi. Ulaşımın ve iletişimin sınırlı olduğu bir dönemde evlenecek tüm çiftlerin mahkemelerde kadıların huzurunda evlenmesi pratik olarak çok zor olduğundan imamlar da bu işle görevlendirilmişti. Bu durum zamanla bir örfi hukuk kuralı haline gelmişti.
İmamların nikah kıyması ancak 1881’de Sicilli Nüfüs Nizamnamesi’yle yasallaştı.

OSMANLI’DA NİKAHTA YENİLİKLER

Osmanlı’da Tanzimat döneminden itibaren nikahta bazı düzenlemeler yapıldı.
1841’de çıkarılan bir fermanla velisi tarafından evlenmesine izin verilmeyen ergen genç kızların ve evlenip ayrılmış kadınların, “kadı”nın izniyle evlenmelerinin önü açıldı.
7 Ekim 1874 tarihli bir iradeyle mehir miktarları, çiftlerin ekonomik ve sosyal durumlarına göre, üst sınır şeklinde belirlendi ve bu bedel dışında herhangi bir hediyenin (başlık vb.) verilmeyeceği belirtildi.
2 Eylül 1881 tarihli “Sicilli Nüfus Nizamnamesi”nin 26. maddesiyle Müslüman nikahlarının şeri hakimler veya naipleri (vekilleri), gayrimüslim nikahlarının ise ruhani reisleri veya yetkili vekilleri tarafından kıyılacağı öngörüldü. Evlenmek için İzinname alınması ve evlenmeyi gerçekleştiren imamın nikah sonrası 15 gün içinde bunu nüfus idaresine bildirmesi zorunlu kılındı. Bu bildirimi gerçekleştirmeyen imamlara para cezası getirildi.
1913’te bir kanunla, 1858 tarihli Ceza Kanunu’nun 200. maddesine bir fıkra eklenerek, İzinname olmaksızın nikah kıyan imamlar için 3 ay ile 2 yıl arasında değişen bir hapis cezası öngörüldü. 1914’te ise bu miktar biraz azaltıldı; ancak bu kez izinsiz nikahlanan çiftlere de 2 ay ile 1 yıl arası hapis cezası verilmesi kararlaştırıldı.
1916’da ise bazı mezhep yorumlarından yararlanılarak, kadına bazı nedenlerle mahkemeye başvurup boşanma (tefrik) hakkı tanındı.
Değişen dünya, Osmanlı’yı, klasik İslam hukukunu zorlayan yeni hukuki düzenlemelere mecbur etti.

MECELLE

Cevdet Paşa’nın başkanlığında 1869’da oluşturulan Mecelle Komisyonu, 1878’e kadar 16 kitaptan oluşan Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’yi hazırladı.

Ahmet Cevdet Paşa Ahmet Cevdet Paşa


Mecelle, İslam fıkhına dayanarak değişen ihtiyaçlara uygun bir medeni kanun yaratma iddiasıyla hazırlandı. Ancak çağdaş bir medeni kanunun iskeleti durumundaki birey hukuku, aile hukuku ve miras hukuku gibi kısımlar Mecelle’de yoktu. Dolayısıyla aile hukukuna ilişkin hükümler, yine Hanefi mezhebine göre yazılmış fıkıh ve fetva kitaplarından çıkarılıyordu. Yani Mecelle aile hukuku alanını şeriata bırakmaya devam etti. Osmanlı’da aile hukuku alanındaki ilk düzenleme, 1917 Aile Hukuku Kararnamesi’dir.

1917 AİLE HUKUKU KARARNAMESİ

Yeni koşullar, yeni hayat, yeni kurallar gerektiriyordu. Özellikle I. Dünya Savaşı, kadınların toplumsal hayata katılmalarını sağladı. Erkeklerin cepheden cepheye koştuğu bir ortamda kadınlar ister istemez evleri çekip çevirmeye başladı. Artık sayıları az da olsa çalışan ve okuyan kadınlar vardı. Kadın dergileri çıkıyordu. Yavaş yavaş bir kadın hareketi gelişiyordu. Bütün bu gelişmeler ister istemez kadın haklarını gündeme getirdi. Ama Osmanlı’da, bu yeni hayata uygun bir aile hukuku yoktu.

20. Yüzyıl’ın başında Osmanlı’da bir ‘kadın hareketi’ ortaya çıkmıştı. 20. Yüzyıl’ın başında Osmanlı’da bir ‘kadın hareketi’ ortaya çıkmıştı.


I. Dünya Savaşı sırasında İttihatçılar, Mecelle’de bazı değişiklikler yapmak için komisyonlar kurdular. Bu komisyonlardan biri de Aile Hukuku Komisyonu’ydu. Bu komisyon, 26 Mayıs 1916’da Isparta mebusu Mahmut Esat (Bozkurt)’un başkanlığında çalışmalara başladı. Osmanlı’daki üç din mensubu için de ayrı hükümler belirledi.
25 Ekim 1917’de Aile Hukuku Kararnamesi hazırlandı. Anlaşıldığı kadarıyla Meclis’te kanunlaşamayacağı endişesiyle Meclis’e sunulmadan geçici bir kanun (kararname) olarak kabul edildi. Aile Hukuku Kararnamesi, iki kısım (kitap), 157 maddeden oluşuyordu.
Kararname, evlilikten önce nikahın ilan edilmesi şartını getiriyordu.
İlk kez evlenmede belli bir yaş sınırı belirliyordu. Buna göre, evlenebilmek için erkeğin 18, kadının ise 17 yaşını doldurmuş olması gerekiyordu.
Çocukların, hiçbir şekilde, velileri tarafından bile evlendirilemeyeceklerini belirtiyordu. Zorunlu haller hariç akıl hastaları için de aynı hüküm geçerliydi.
Şiddet ve cebirle (baskıyla) gerçekleştirilen evlenmeleri geçersiz sayıyordu.
Bulaşıcı hastalıkları ve kocanın nafaka bırakmadan ortadan kaybolmasını kadın için boşanma sebebi görüyordu.
Evlenmeden önce evlenmeye engel bir durum olup olmadığının araştırılmasını şart koşuyordu.
Kararname, erkeğin birden fazla kadınla evlenmesini, ilk kadının onayına bağlıyor, böylece çok eşliliği de kısmen sınırlandırmak istiyordu. Gayrimüslimlerde ise çok eşliliği tamamen yasaklıyordu. (Onlarda zaten çok eşlilik pek görülen bir durum değildi.)

İLERİ BİR ADIM

1917 Aile Hukuku Kararnamesi, İttihat Terakki’nin birkaç laik adımından biriydi. Diğerleri, 1916’da Şeyhülislamlığın kabineden çıkarılması, Şeriat Mahkemelerinin Şeyhülislamlıktan alınarak Adalet Bakanlığı’na bağlanması, Evkaf idaresinin Meşihattan ayrılarak ayrı bir statüye kavuşturulması ve bütün Medreselerin Meşihattan alınarak Maarif Bakanlığı’na bağlanmasıydı. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 16. bas, s. 459).
Aile Hukuku Kararnamesi, getirdiği yeniliklere rağmen çağdaş bir aile kanunu değildi. Çok eşliliğin yasaklanması, boşanan kadına mehir dışında bir tazminatın ödenmesi, boşanma durumunda çocukların bakımı ve gözetimi, vesayet, mal rejimi, nafaka hükümleri düzenlenmemişti.
Ancak kadınların hala kocalarıyla bile lokanta, gazino ve parklara gidemedikleri, tramvaylarda ve vapurlarda perde çekili bölümlerde oturdukları bir dönemde (Berkes, age, s. 446) Aile Hukuku Kararnamesi ileri bir adımdı.

Son padişah Vahdettin’in kızı Ulviye Sultan’ın İsmail Hakkı Bey’le nikahından görüntüler. Son padişah Vahdettin’in kızı Ulviye Sultan’ın İsmail Hakkı Bey’le nikahından görüntüler.


Bu kararname, iki kesimin tepkisini çekti: İslamcılar, Kuran ve sünnete aykırı olduğunu ileri sürerek; gayrimüslimler ise cemaat mahkemelerinin yargı yetkisini elinden aldığı için kararnameye karşı çıktılar. İstanbul’u fiilen işgal altında tutan İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliği, kararnamenin kaldırılmasını istedi. Yazılarında, “İslam’da kadın ve erkek eşit değildir” diyen Şeyhülislâm Mustafa Sabri, 19 Haziran 1919 tarihli bir kanunla, kararnameyi yürürlükten kaldırdı. (Berkes, age, s. 447).
Aile Hukuku Kararnamesi, Osmanlı’da sadece 1 yıl 9 ay yürürlükte kalmış olmasına rağmen Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistin gibi ülkelerde çok daha uzun süre yürürlükte kaldı; Hatay Cumhuriyeti’nin 1939’da Türkiye’ye katılmasına kadar Hatay’da da uygulandı.
Türkiye’de dinsel, mezhepsel bağlardan uzak evrensel hukuk kurallarına dayanan ilk çağdaş medeni kanun, 1926’da İsviçre’den alınan medeni kanundur. Bu medeni kanunla Müslüman Türk kadını ilk kez kadınlık onuruna yakışır biçimde temel haklara sahip olabildi. İsviçre Medeni Kanunu, Türkiye’den önce Japonya’da, Türkiye’den sonra ise Çin’de de kullanıldı. (Berkes, age, s. 530).


Nikahta hakim veya vekili hazır olacaktı


1917 Aile Hukuku Kararnamesi’nin 37. Maddesiyle -1881 Sicilli Nüfus Nizamnamesi’ndeki gibi- nikahın, hakim veya vekili (naip) tarafından gerçekleştirilmesi ve mahkemece tescil edilmesi zorunlu olacaktı. Nikahta hakim veya naip hazır bulunacak, nikahı kıyıp nikah belgesini düzenleyip tescil edecekti.
Müslümanların evlenmeleri durumunda, nikah mahkeme dışında kıyılacaksa, hakim, muhtarı ya da imamı, nikah kıymakla görevlendirebilecekti. Kararnamenin 9. maddesiyle imamlara özel izinle nikah kıyma yetkisi veriliyordu.
Kararnamenin gerekçesinde Hristiyanlıkta nikahın ruhani din adamları tarafından kıyıldığı, Yahudilikte ve Müslümanlıkta ise nikahın din adamları tarafından kıyılması şartının olmadığı açıkça ifade ediliyordu. Bu nedenle kararname, Müslümanların nikahının din adamının değil, hakim veya onun naibinin (vekilinin) huzurunda kıyılması şartını getiriyordu. Yani özel izinle nikah kıymakla görevlendirilen imamın yetkisi dinsel değil, idariydi.
Nitekim Ceza Kanunu’nun 200. Maddesi’nde yapılan değişiklikle, hakim veya naibi (vekili) hazır olmaksızın nikah kıyan imamlar cezalandırılacaktı. Kanun maddesindeki ifadesiyle, “Resmi tören yapmaksızın nikah kıyan hakim veya vekili ile hakim veya vekili hazır olmadan, yetkisi olmaksızın nikah kıyan imamlar dahi bir aydan altı aya kadar hapsedilirler.”

Osmanlı’nın son dönemlerinde çıkan Kadınlar Dünyası dergisi… Osmanlı’nın son dönemlerinde çıkan Kadınlar Dünyası dergisi…

Dinsel hukuk dayatmasının sonu


Her ne kadar İslam hukukunda nikah dinsel değil, medeni bir akit olsa da ve Osmanlı’da imamlara dinsel gerekçeyle değil, tamamen pratik nedenlerle –üstelik özel izinle- nikah kıydırılmış olsa da toplumda nikahın dinsel bir akit olduğu düşüncesi çok yaygındır. Nitekim bugün müftülüklere (müftülere ve imamlara) nikah yetkisinin ardında, iktidarın yeniden Osmanlılaşma ve dinsel hukuk özlemi vardır. Bu iş, sadece imamlara nikah kıydırmakla sınırlı kalamayacaktır, aile hukuku tümden dinselleştirilmek istenecektir. İşte müftülüklere nikah yetkisiyle bu kapı aralanacaktır.
Dinsel hukuk dayatmasının kadınlarımızı götüreceği son şudur: Çocuk gelinler, çok eşlilik, nikahta bile kadın ve erkeğin yan yana gelmemesi, gayrimeşru ilişkilerin meşrulaşması, kadının boşanma hakkının gasp edilmesi; kısacası kadının her bakımdan ikinci sınıf olması... Kadını köleleştiren bu düzene önce kadınlar başkaldırmalıdır.
Demem o ki, Türk kadını, Atatürk’ün 1926 Türk Medeni Kanunu’na sıkı sıkıya sarılmalıdır.

Müftülük nikahı ve çok hukukluluk


Osmanlı’da yabancılar özellikle medeni hukuk konusunda kendi konsolosluk mahkemelerinde kendi hukuklarına göre yargılanırdı. İttihatçılar, 1914’de tek taraflı olarak kapitülasyonları kaldırınca konsolosluk mahkemelerinin yargısal yetkileri de kaldırıldı, ancak cemaat mahkemelerinin yetkilerine dokunulmadı.
1917 Aile Hukuku Kararnamesi’yle cemaat mahkemelerinin yargı yetkisi de ellerinden alınarak yargı birliğine gidildi.
Sevr, Türkiye’ye azınlık haklarının daha da genişletildiği “çok hukukluluk” dayatıyordu. Lozan’la bu dayatmayı kırdık. Karşılıklılık esasıyla, azınlıkların temel haklarını korumayı kabul ettik. 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul edince gayrimüslim cemaatler azınlık haklarından vazgeçip bu çağdaş medeni kanuna tabi oldular.
Kısacası müftülüklere nikah yetkisi, Atatürk Cumhuriyeti’nin 90-95 yıl önce kapattığı çok hukukluluk tartışmasını yeniden açacaktır.
Müftülere, imamlara, papazlara, hahamlara nikah kıydırmanın sonu cemaat mahkemelerine, bu da kapitülasyon hukukuna dönüşür. Bu, bağımsız ve laik ulus devlete vurulmuş bir darbe olur.
Başkanlık sistemiyle siyaseten 1908 öncesine dönüldü. Müftülüklere nikah yetkisiyle de aile hukuku yönünden 1917 öncesine dönülecektir.
Bırakın cumhuriyeti, meşrutiyet elden gidiyor kardeşim! Laiklik yok ediliyor. Türkiye tam yol teokratik monarşiye doğru sürükleniyor... Türkiye’nin yönünü, yeniden çağdaş uygarlığa doğru çevirmeye mecburuz.