Bugün Türkiye’de kendini İslamcı olarak tanımlayan herkesin sorması gereken bir soru bu. Ülkenin tek parti dönemi ve ardından gelen (ya da getirilen) demokrasi macerası öyle ya da böyle kendine has entelektüel bir insan tipi yarattı, ta ki 1980’e kadar.

Tek parti döneminde Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay, Mahmut Esat Bozkurt, Afet İnan, Hasan Ali Yücel gibi isimler cumhuriyetin ideolojik yapılanmasını, Osmanlı’dan tevarüs edilen Garpçılık ve Türkçülük akımlarının da etkisi ile aydınlanmacı, ilerlemeci, eski rejimin “atalet”ine karşı kalkınmacı ve bilim temelli bir yaklaşımla, kısacası değişim olgusunu merkeze alarak tesis etme gayreti içine düştüler. Temel amaçları Anadolu halkını ulus devlet yapısı içinde yeni rejime eklemlemek, Cumhuriyet devrimlerinin yeni kurulan ülkede kökleşmesini sağlamak ve nihayetinde de çağdaş Batı’yı yakalamaktı. Sanayileşmenin yanı sıra Ankara’nın kalbinde kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (1935), hümanist öğretim ve dünya klasiklerinin dilimize tercüme edilmeye başlanması, dilde sadeleşme çabaları, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Köy Enstitüleri erken cumhuriyet döneminin simge kurumları ve idealleridir, Aydınlanma felsefesi ise bunların tümünün temelini oluşturmuştur. Cumhuriyet ve onun erken dönem aydınları halka insanlık mirasının (bir kısmından ziyade) tümünü elden geldiğince aktarmaya çalışmıştır. Sadece Köy Enstitüleri’nde verilen derslere bakmak cumhuriyet projesinin evrensel insan yetiştirme idealini anlamak için yeterlidir.

CUMHURİYETİN AYDIN TİPİ

1946’da çeşitli korkuların doğurduğu bir refleks sonucu, partiler kanununda yapılan küçük bir değişiklikle sınıf temelli partilerin kurulmasına -kısa bir süreliğine dahi olsa- izin çıktı ve adeta el çabukluğu marifet edasıyla demokrasilerden bir ‘demokrasi’ oluverdik. Halk evlerini, Köy Enstitüleri’ni kapattık, hiç alakamız olmamasına rağmen Kore’ye asker gönderdik ve karşılığında NATO’ya girdik, çok şükür popülist partilerimiz oldu; ‘Siz isterseniz hilafeti dahi geri getirirsiniz’ ya da ‘Ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm’ sözleri bu devrin kendine has garabetlerindendir. Amerikan sütüyle, silahıyla tanışmamız da bu devre rasgelmiştir. Ancak devir aynı zamanda yine kendine has entelektüelini de ortaya koymuştur. Sol ve sağ kavramlarının yavaş yavaş tebarüz ettiği dönem Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi isimlerin yanı sıra ortanın solu olarak tanımlanabilecek Aziz Nesin, Can Yücel, Attila İlhan gibi nice isimleri de doğurmuş. Onlar, muhalif olduklarında dahi fikirlerini halkın eleştirisine sunabilmiş ve pek çok düşünceyi, iktidar ya da toplum baskısına (hatta kitlesel linç girişimlerine) rağmen cumhuriyet tarihinde ilk defa tartışmaya açabilmişlerdir. Soğuk Savaş’ın hâkim olduğu, topyekûn bir yok olmanın artık mümkün kılındığı bu ‘Dehşet Dengesi’ döneminde Türkiye’nin aydınları ya da eski deyişle münevverleri, iktidarları ve ideolojileri kıyasıya eleştirebilmişler ve ütopyalarını ortaya koyabilecek aydın cesaretini sergileyebilmişlerdir.

1980 ise Türkiye’de yepyeni bir pencere açacaktır. “Bizim çocuklar”ın darbesi ülkede gitgide tek kutuplu bir ideolojinin dayatılmasını, diğerlerinin ise kovuşturulmasını, sözün özü emperyalizmin maşası bir sınıfın ülkede iktidarını tesis etmesinin önünü açacaktır. Özallı yıllar, aman nedir bilmez “kalkınma hamleleri”nin gölgesinde hamasi ve sömürü temelli bir düzenin liberalizm ve özgürlükçülük ya da “istikrar ve güven ortamı” adıyla halka sunulması... “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” kanun tanımazlığı devrin geçer akçesidir. Bugünün iktidarının varoluşsal kökleri 80’lerin Türkiye’sinde gizlidir.

Gizlidir ama artık bireysel çaba ya da birkaç üniversitenin dışında ciddi bir aydın tipine rastlamak da oldukça zordur. Hele hele İslamcılık, özellikle AK Parti döneminde entelektüel dibe vuruşu yaşamaktadır artık. Söylem, ideolojiye destek sunmanın ötesine geçemez olmuştur. Felsefe, özgür düşünce, fikir tartışması, basın ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar yerlerini hamaset, hakaret, ekran lafazanlığı ya da “cep telefonu ile konuşan peygamberler”e bırakır. Söz hakkı tanınmayan bir öteki ve onu sürekli “çürüten” ve “ahmak” ilan eden ucuz bir iktidar propagandası, İslamcı dailerin televizyonlardaki yegâne geçim kaynağıdır. Gazete köşelerinde kibirlerinden geçilmeyen kerameti kendinden “büyük fikir adamları” sözüm ona “önümüzdeki yüzyılın tohumlarının” nasıl atılacağını ya da “yapı taşlarının” nasıl döşeneceğini anlatırlar; bir diğeri ise ulema kimliğini öne çıkararak fetvalar verir, ahlakın ilkelerini iktidar adına ahlaksızca ayaklar altına alır. Ortada ne sorgulama ne bir felsefe ne de bilimsel bir temel vardır; varsa yoksa iktidar, onun haklılığı ya da mağduriyeti ve kudretine tapınma, hayasızca bir güç istenci... 80 sonrası İslamcılık bir entelektüel tipi yaratmayı başaramamış, olsa olsa ahlakçılar, kendine ve güce tapan fikir zorbaları yaratabilmiştir. Fikri varlıkları ise ancak taptıkları iktidar kadar sürecektir.