Türkiye’nin Oscar aday adayının rakiplerinden sıyrılması pek mümkün değil ama seyircinin gönlünü kazanacağı kesin gibi... 1950 ve 1953 yılları arasında Güney ve Kuzey Kore arasında yaşanan savaşa ABD ve müttefikleri de komünizmi durdurmak adına muhadil olmuştu. Müttefiklerin arasında NATO’ya girmek isteyen Türkiye de vardı. Türkiye subay, astsubay, askeri memur ve askerlerden oluşan 1. tugayı 1950’nin ekim ayında Amerikan birliklerine destek sağlama göreviyle savaşa göndermişti.

 

Genç Astsubay Süleyman Dilbirliği bu askerlerden biridir. İskenderun’da sakin bir hayatı olan ve Nuran adlı sevdiceğiyle de evlenmek için uygun bir zaman kollayan Süleyman, Kore’ye giden tugaya, en yakın arkadaşı, Marilyn Monroe’ya deli gibi aşık olan Ali’yle birlikte katılır. Orada bir görev sırasında bulduğu; ailesi öldürülmüş ve köyünden ayrı düşmüş 4-5 yaşlarındaki küçük bir kız çocuğunu sahiplenen Süleyman, Ayla adını taktığı ve yaşadıklarından dolayı hiç konuşmayan küçük kız çocuğunu Kore’de kaldığı 15 ay boyunca gözünün önünden ayırmayıp kendi çocuğu gibi bakar. Hatta onu bırakmak istemediği için görev süresini bile uzatır. Ancak bir gün memleketine Ayla’sız dönmek zorunda kalacaktır. Birbirlerini bir daha tam 60 yıl sonra görebileceklerdir...

ayla_1

Türkiye’nin bu sene Oscar ödüllerinin En İyi Yabancı Film kategorisinde yarışması için seçtiği “Ayla” filmi, reklam yönetmenliğinden gelen Can Ulkay’ın ikinci sinema filmi.
“Ayla” filminin Oscar’larda çok şansı olduğunu düşünmek biraz zor. Her ne kadar evrensel, duygusal ve insanseven bir hikayeye sahip olsa da bunu ele alış biçimi biraz eski moda. Elbette Hollywood da zaman zaman bu modeli kullanarak epik filmler yapıyor. Ancak bizde bu tip hikayelerde bir türlü engelleyemediğimiz bir alışkanlık da var. Kalıcı ve sinema sanatında değeri yüksek bir film yapmak isterseniz, hikaye ne kadar müsait olursa olsun, hamasetten uzak durmanız gerekir. Kendi kendinin propagandasını da suda yürüyüp izini belli etmeden yapmak lazım. “Ayla”, hikayesi içindeki küçük insanlardan ayrılıp genele dair bir şeyler söylemeye çalıştıkça bu alışkanlığın kendisini gösterdiği yapıda bir film maalesef. Türk ve Amerikalı komutanların replikleri zaman zaman tarih kitaplarından çıkmış gibi geliyor kulağa. Hatta komutan MacArthur’un anılarından yapılan Türk ordusuyla ilgili direkt bir alıntı bile araya sokulup dramaturjiyi bölmüş.

ayla-2

Hikayenin tansiyonunu yükseltmek amacıyla yapılan kimi müdahalelerse zorlama duruyor açıkçası. Süleyman’ın bir kasabada esir tutulduğu ve arkadaşlarının onun yardımına koştuğu sahne, tehlike duygusu yaratmak yerine hikayenin gücünü ve duygusunu hafifleten bir unsur oluyor mesela. Hikayenin 60 yıl sonraki kısımlarında da Süleyman’ın gerçek kızını gereksizce kötüleştirmişler. Filmin son çeyreğinde hikayeye giren bu karakterin babasını Ayla’dan kıskanıyor oluşunun bu kadar altının çizilmesi seyirci için çok da bir şey ifade etmiyor oysa! Hikayenin özünden uzaklaşılan küçük ama dikkat dağıtıcı böyle benzeri sahneler, Kore sahnelerinin aralarına serpiştirilen ve Süleyman’ı seven iki genç kızın gelgitli duygu hallerini gösteren neredeyse birbirinin aynı sahneler de biraz demode ve ışıltısız.
Oysa çok iyi başarılmış sahneler var filmde. Özellikle de reklam estetiğiyle birleşen kimi sahnelerde yönetmen kendi imzasını atmayı başarmış. Mesela Kore’deki karargahta geçen sahnelerde ve çatışma sahnelerinde çok estetik planlar ve gerçekçi kareler var. Ama Japonya sokaklarında geçen sahnenin dekor olduğu aşırı belli olmakta.

ayla_3

İsmail Hacıoğlu çok odaklandığı ve inandığı karakterlerde iyi performanslar çıkarabilen bir oyuncu. “Ayla”daki performansı da onlardan biri. Son yıllarda benim en çok beğendiğim oyunculardan biri olan Ali Atay da Süleyman’ın yakın arkadaşı Ali karakterinde yine sahici ve samimi bir performans veriyor. Süleyman’ın 60 yıl sonraki halini canlandıran Çetin Tekindor artık ağlamalı ve babalı filmlerin kadrolu oyuncusu olma yolunda. Elbette usta oyuncuyu izlemek her zaman keyifli. Ancak burada belli ki oyuncunun aynı zamanlarda çekimleri çakışan “İçerde” dizisindeki karakterinin saç ve favorileri korunmak zorunda kalınmış. Ayla’yı canlandıran küçük oyuncu Kim Seol ise filmin kalbi olabilmiş gerçekten de.
Son olarak elbette senariste yapılan büyük bir ayıp var. “Kavak Yelleri” dizisi, “Uzun Hikaye” ve “Sınav” filmlerinin de senaryosunu yazmış Yiğit Güralp’ın adının filmin yapımcısıyla yaşadığı sorunlar yüzünden ön jenerikten çıkarılması, kuyruk jeneriğinde de küçücük yer verilmesi neresinden bakılırsa bakılsın yakışıksız bir hareket. Bu iddiada yapılan bir filmde bu kadar bariz bir ayıbı inatla sürdürmek de bu ayıbı giderek katmerlemekte.

3 yıldız
Ayla
Yönetmen: Can Ulkay
Oyuncular: İsmail Hacıoğlu, Ali Atay, Kim Seol
124 dakika

Eksik bir şey mi var?

Pelin Esmer’in ilk iki filmi, “Koleksiyoncu” ve “Oyun” bugünün belgesel türünde bile eskimeyen nitelikli belgesellerdir. Yönetmen daha sonra “11’e 10 Kala” ve “Gözetleme Kulesi”nde kendi senaryolarını çekmişti. Açıkçası sinematografisiyle gayet doyurucu filmler olmalarına rağmen esksik bir şey var duygusuyla tamamladığımız filmlerdi, en azından benim açımdan.
Esmer, bu sefer yanına en çok “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” adlı romanıyla tanınan yazar Barış Bıçakçı’yı alarak oluşturduğu senaryosunda böyle bir eksiğe pek mahal vermemeyi en baştan garantilemiş sanki.

Leyla zamanında bir şiir kitabı yazmış, ama devamını getirmemiş, avukatlık mesleğine dönmüş bir kadın. İzmir’e eski okul arkadaşlarının buluştuğu bir yemek davetine gidiyor trenle. Hemşirelik öğrencisi genç bir kız olan Canan da aynı trendedir. Normalde oyunculuğa meraklı olan Canan ise İzmir’e üstlendiği çok zor bir görevi yerine getirmek için gitmektedir. İkisi tanışırlar ve melankolik yolculukları İzmir’deki bu esrarengiz görevin yerine getirileceği evde son bulur. Çünkü bu evde kendi isteğiyle öldürülmeyi bekleyen bir adam vardır...
Esmer’in filminin ilk perdesi tren yolculuğunu tadını çıkara çıkara anlattığı bölümden oluşuyor: Burada hem Leyla hem de Canan’ın karakterleri Türk sinemasında her zaman karşımıza çıkmayan bir ustalıkla tanıtılıyor. Trende gerçekleştirilen bütün sahneler estetik olarak izleyenlerin de gözlerini okşuyor. Yaratılan her durum amaçlarını en üst seviyede yerini getiriyor. Tren İzmir’e vardığında ilk perdede yaratılan gizem hiçbir merak unsuru kalmayacak şekilde açığa çıkartılıyor. Elimizdeki tek soru Leyla’nın alacağı bir karar. Leyla’nın bu kararı alması için üçüncü perdede eski arkadaşlarıyla buluşup, kendisinin son derece dışarıda kaldığı hayatlarına şahit olması gerekiyor...

ise_yarar_bir_sey_2

Filmin ikinci ve üçüncü perdelerinde yaşanan tansiyon düşüklüğü, üç karakterin ikisinin de şair çıkmasından dolayı değil sadece, metraj olarak bu filmin içinde fazla bir alan kaplayan buluşma yemeği sahnesi de bunu yaratıyor. Esmer bu sahnede ilk kez ve sadece o sahnede gördüğümüz insanların her birini iddialı tiyatro oyuncularından kurup herbirine küçük hikayeler ve alanlar açmış. Leyla’nın o dünyaların ne kadar uzağında olduğunu anlayabileceğimiz üç dakikada halledilebilecek bir sahne, plan sekans tekniğiyle uzunca bir teknik gösteriye dönüşmüş adeta. Sonunda da elbette çoktan tahmin ettiğimiz bir finalle filmi noktalıyoruz. Senaryo Arjantinli yazar Julio Cortazar metinlerindeki melankoliye yaklaşsa da tren sahnelerinde ucu gözüken ve izleyenleri daha da içine çekecek bir Hitchcock gerilimine açılan kapıyı değerlendirmeyi ise hiçtercih etmemiş yönetmen belli ki.
Ama tecrübeli görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin de katkısıyla çok güzel kotarılmış sahneler izliyoruz. Perdede görmeyi çok özlediğimiz Başak Köklükaya’nın kendine has melankolik performansıyla bir daha karşılaşmak keyif veriyor. Öykü Karayel ve Yiğit Özşener de karakterlerine oldukça duyarlı ve titiz yaklaştıklarını belli etmekteler sahnelerinde.
“İşe Yarar Bir Şey”, Pelin Esmer’in şimdiye kadarki kurmaca filmlerinin en iyisi olarak anılabilir rahatlıkla...

3,5 yıldız
İşe Yarar Bir Şey
Yönetmen: Pelin Esmer
Oyuncular: Başak Köklükaya, Öykü Karayel, Yiğit Özşener
107 dakika