“... Soru, basın özgürlüğünün olup olmaması değildir, çünkü basın özgürlüğü daima vardır. Soru, basın özgürlüğünün belli bireylerin imtiyazı mı yoksa insan beyninin bir imtiyazı mı olduğudur. Soru, bir tarafın hakkının diğer taraf için yanlış olup olmadığıdır. Soru, ‘beynin/aklın özgürlüğünün’ ‘beyne/akla karşı özgürlüğün’ daha çok hakka sahip olup olmadığıdır.” Karl Marx’ın az bilinen yönü gazeteciliğidir. 1842’de Rheinische Zeitung’da başlayan muhabir, editör, yöneticilik yolculuğu ölümüne kadar sürer!

‘Dünyayı değiştirmek için yola çıkan’ Marx’ın şu sorusu anlamlı: “Basın özgürlüğü belli bireylerin imtiyazı mı?” Yani gücü elinde tutanın tekel olması mı?

Dün, bugün, yarın... Hatırlayın... Her dönem ‘gücü elinde tutanların ‘basın özgürlüğünü’ sadece ve sadece kendileri için kullandığını görmedik mi?

Bugün... Mesleği sadece gazetecilik olan patrona sahip tek yayın grubunun SÖZCÜ olması yaşanan pratiği özetlemiyor mu?

Dün... Yine Çağlayan’daydık...

Yine bir gazetecilik davası...

Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve Hülya Kılınç’ın yaptıkları bir ‘haber’ attıkları bir twit üzerine cezaevinde olduğunu yine hatırladık! Ve beynimizi kırbaçla döven açıklamayla başladı Çağlayan...


İddianamelerine inanmayanlar


Barış Terkoğlu... Davanın tutuksuz sanığı... Hakkında 19 yıl hapis istenen bir gazeteci ve adliye önünde açıklamayı o yaptı.

Okuyalım:

Biz bu Adliye’nin önünde kaçıncı kez toplandığımızı bilmiyoruz. Kaçıncı kez adalet çığlığı attığımızı hatırlamıyoruz. Kaçıncı kez yasalar aracı kılınarak rehin alınmış gazetecilerin fotoğrafını taşıdığımızı sayamıyoruz.

Şikayet için söylemiyoruz. Gazetecileri sudan sebeplerle tutuklayan zihniyet ne kadar sıradan ise biz de o kadar kararlıyız. Bunu anlatıyoruz.

Bu kez hapisteki üç gazeteci arkadaşımızın dışarıdaki sesi olmak için buradayız.

Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve Hülya Kılınç 6 aydır Silivri Cezaevinde tutuklu. Elbette sebebi onların ellerini kollarını bağlamak için bahane edilmiş bir haber.

Bu öyle bir haber ki Cumhurbaşkanı milyonlarca insana açıkladığı halde ‘devlet sırrı’ oldu!

Bu öyle bir haber ki bir köy muhtarından eski silah arkadaşlarına kadar binlerce kişi paylaştığı halde ‘ilk kez ifşa olmuş’ oldu!

Bu öyle bir haber ki MİT Başkanı ‘Teşkilat Başkanı’ diye çelenk gönderdiği halde ‘fark edilmez’ oldu!

Bu öyle bir haber ki yüzlerce insanın eliyle kaldırılan bir cenazeyi anlattığı halde ‘saklı’ oldu!

Bu öyle bir haber ki cenazeye katılan protokolün verdiği poza rağmen ‘gizli çekim’ oldu!

Bu öyle bir haber ki Millet Meclisi’nde bir milletvekili tarafından açıklandığı halde ‘görünmez’ oldu!

Biliyoruz, gazetecileri tutuklamak için senaryo yazanlar, herkesin gözü önünde verdikleri röportajlara bile manalar yükleyerek suç üretenler, kendi iddianamelerine bile inanmıyor.

Biliyoruz, cezaevine giren arkadaşımızı yumruklayanlar, salgın şartlarında onları hapiste tutanlar, 6 aydır tecrit işkencesiyle teslim almaya çalışanlar ülkemizde yolsuzluklar, hukuksuzluklar, istismarlar bir daha yazılmasın istiyor.

Birazdan duruşma salonuna gireceğiz.

Bilekleri kelepçelenerek sanık sandalyesine oturtulan gazetecilerin yargılayanları yargılamalarını izleyeceğiz.

Karar ne olursa olsun, yıllardır başka başka ellerin sergilediği bu filmin sonunu görebiliyoruz. Emin olun, gazetecileri kurdukları kumpaslarla, tezgahlarla susturmaya çalışan bu zihniyetin sonu kendilerinden öncekiler gibi olacak. Ama adımız ne olursa olsun, biz onların ortaya çıkmasını istemediklerini yazmaya devam edeceğiz.

Dün, bugün, yarın...”

Yolculuk: Yine adliyedeyiz...


Davayı, yolculuğunu bitiren SÖZCÜ yazarı Soner Yalçın ile takip ettik... Zaman zaman mırıldanıyordu: “Yine adliyedeyiz... Yine adliyedeyiz...”

Duruşma salonuna, beşinci kata yürüyerek çıktık... Bu arada yine yazmayı düşündüğümüz kitapları konuşuyorduk...

Duvarlara bakarak konuşmak... Merdivenleri çıkarken hep taş duvarlara bakmak... Dışarıdasın ama özgür değilsin...

6 aydır tek başına hücresinde yaşayan Barış Pehlivan’ın şu cümleleri kulağımda:

“... Bilmez miyim; koltuk sahipleri gerçek gazetecileri sevmez. Hep alkış, hep övgü, hep dalkavukluk isterler. Buna karşı durup kalemin namusuna sahip çıkanlara ise bedel ödetirler. Hiç önemi yok! Önemli olan toplumun ve tarihin gözünde yazdıklarımızın değeri ile etkisidir.”