Sevgili okuyucularım, güncel siyasi olaylara kısa bir ara vereceğim ve bugün sizlere tarihimizin hemen hiç bilinmeyen ilginç bir olayını anlatmaya çalışacağım. Bizim toplum olarak en büyük eksiklerimizden biridir, yakın tarihimizi bilmeyiz.

Ya kulaktan dolma bilgilerle yetiniriz, ya da yalan yanlış biliriz.

Şimdi anlatacağım tam 107 yıllık olayı bilenlerin sayısı gerçekten azdır. Oysa çok ilginç, çok renkli bir konudur.

Yıl 1912. Balkan Harbi çıkıyor. Osmanlı zor durumda. Başta Bulgaristan olmak üzere Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ, Osmanlı’ya savaş ilan edip saldırıyor. Ordumuz böyle bir savaşa hazır değil. Makedonya ve Arnavutluk, başka bir deyişle tüm Rumeli-Balkanlar elimizden çıkıyor.

Savaş çıkmadan önce büyük devletler toplanıp bir karar almıştı:

“Bu savaşta kim ötekilerden toprak kazanırsa, aldığı toprağı geri vermekle yükümlü olacaktır!”

Bu kararı, savaşı Osmanlı’nın kazanacağını düşünerek alıyorlar. Ama Osmanlı kaybedince her şeyi unutuyorlar!

Bulgar ordusu ilerliyor ve İstanbul’un kapılarına dayanıyor. Bu savaşta Bulgarlar, eski başkent Edirne’yi ele geçiriyor. Bunun toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini düşünün. Osmanlı’nın bir zamanlar başkenti olan Edirne, her şeyi ile yabancıların eline geçiyor.

Yıl 1913. Bize saldıran düşman orduları, Osmanlı’dan ele geçirdikleri toprakları aralarında pay edemiyor... Ve bu kez birbirleriyle savaşa tutuşuyor. Yunanistan-Bulgaristan-Sırbistan savaşı başlıyor.

Bu aşamada Türkiye’de iktidar İttihat Terakki’nin eline geçmiştir.

Bu karambolden yararlanan ordumuz ileri atılıyor ve Edirne geri alınıyor.

Maceramız, yani şimdi anlatacağım olay, işte bundan sonra başlıyor.

★★★

Edirne artık elimizde. Ayrıca Türk ordusuyla birlikte savaşan fedai müfrezeleri var. Bunlar günümüzün gerilla güçleri. Gönüllü asker ve sivillerden oluşan, subaylarımızın emrindeki çeteler.

Çeteler fırsat bulmuşken ilerliyor, hiçbir direniş görmeden Edirne’yi geride bırakıp Batı Trakya taraflarına yöneliyor. Batı Trakya nüfusunun çoğunluğu Türk. Oraları savaşta elimizden çıkmış, yüz binlerce göçmen perişan bir durumda anavatana sığınmış ama gelemeyen de çok var.

Çetelerimizin başında binbaşı Süleyman Askerî var. Sonra 1917 yılında Irak cephesinde yaralı bir durumda savaşırken, bir tepeyi alamayınca silahını kendi kafasına sıkıp sedye üzerinde intihar eden bir kahraman.

Öteki önder, sivil çetecilerden Kuşçubaşı Eşref. Yanlarında Çerkez Ethem’in abisi Reşit ve başka subaylar var.

Çeteler hızla ilerliyor. Önlerine çıkan Yunan ve Bulgar güçlerini tek tek imha ediyor.

Bugün Yunan ve Bulgar topraklarında kalan Kırcaali, Dedeağaç, Mestanlı, Gümülcine, İskeçe gibi kentleri ve her yeri ele geçiriyorlar. Girdikleri her yerde Türk unsurundan oluşan milli taburlar, sivil yönetim ve yeni bir devlet kuruyorlar. 

★★★

Fakat İstanbul’daki İttihat Terakki hükümeti tedirgin.

Çetelere sürekli haber gidiyor:

“Biz Bulgaristan’la barış anlaşması imzaladık. Sizin ilerlemeniz büyük devletlerle birlikte Bulgaristan’ı da karşımıza alacaktır. Derhal geri dönün.”

Türk fedaileri buna razı olmuyor. Cemal Paşa İstanbul’dan Gümülcine’ye gelip bunları ikna etmeye çalışıyor ama başaramıyor. Fedailerin önerisi şöyle:

“Siz onlara bu olanların hükümete rağmen yapıldığını, çetelerin hükümeti takmadığını söyleyin. Hazır fırsat bulmuşken biz ilerlemeye ve topraklarımızı kurtarmaya devam edelim.”

★★★

Büyük bir Bulgar alayı var, eline geçirdiği Türkleri üzerlerine benzin dökerek yakıyor. Başımıza bela olmuş durumda. Günün birinde fedailerimizle bu alay karşılaşıyor. Kuşçubaşı Eşref anılarında anlatıyor:

“Aramızda çatışma çıktı. Hepsini esir aldık. Bulunduğumuz yolun üzerinde ayaküstü bir mahkeme kurduk. Bulgar komutanı gazyağı (benzin) ile yakma meselesini inkar etti. Bizim düzenli kuvvetler olmadığımızı, emirsiz hareket ettiğimizi, Bulgaristan içlerine akınlar yaparak anlaşma hükümlerini bozduğumuzu söyleyerek bizi suçlamak ister göründü. Oracıkta kurduğumuz mahkemenin yaptığı tahkikat sonucunda bunların zorba olduğunu tespit ettik. Komutanın atını ve kılıcını usulüne göre hatıra olarak aldık! Sonra askerlerin tamamını üzerlerine gazyağı dökerek değil de, askerce ve kanunca, yol üzerinde kurşuna dizerek imha ettik!”

★★★

Batı Trakya Türk Devleti, İstanbul hükümetine rağmen 1913 yılında kuruldu. Nüfusu 234 bin, başkenti Gümülcine, yönetim şekli Cumhuriyet, dini İslam, resmi dili Türkçe, toplam yüzölçümü 8500 kilometrekare. Sınırları tüm Batı Trakya. Doğuda Meriç Nehri, batıda Makedonya, kuzeyde Rodop Dağları ve güneyde Ege Denizi. Ordu gücü, çoğu piyade 29 bin kişi. Ağır silahı yok.

Cumhurbaşkanı Hoca Salih Efendi, Genelkurmay Başkanı binbaşı Süleyman Askeri ve askeri danışman Kuşçubaşı Eşref.

Devletin ay yıldızlı bayrağı vardı. Posta pulları bastırdı, adliye teşkilatını kurdu. Bir de Yahudi iş adamı Emanuel Karasu’nun yardımıyla milli ajans kuruldu. Kuşçubaşı, yabancı ülkelere ve özellikle İstanbul hükümetine nota verdi:

“Çaresiz silahımıza sarıldık, Batı Trakya halkını bu zulümden kurtarmak için onları silahlandırdık. Allah’ımıza dayanarak ve halkımıza güvenerek Batı Trakya bağımsız hükümetini bugünden itibaren ilan ettik.”

★★★

Fakat Bulgaristan’la barış anlaşması imzalayan İstanbul hükümeti “Bu çeteler başımıza iş açacak” diye korkuyordu. Yeni devlete başkentten sözlü olarak duyurdular:

“Hepiniz, bütün subay, asker ve sivil fedailer derhal İstanbul’a dönün. Dönmeyen idam edilecektir.”

Yeni Türk devleti bu kez İstanbul’a bir nota daha verdi:

“Bulgar ve Rum güçlerinin cümlesini tepeledik. Geri dönmemiz mümkün değildir. Bu durumda maalesef, Osmanlı hükümeti ile olan ilişkimizi kesmiş bulunuyoruz! Merkezimiz Gümülcine şehridir. Hükümetimiz tam teşkilatla kurulmuştur. (Sonra sınırlarını anlatıyor.)

Kuvvetlerimize katılan ve hükümetimize sığınan asker ve subaylar Osmanlı hükümetince istenmekte ise de devletler hukuku kuralları uyarınca arz ederiz ki Batı Trakya Türk Devleti ile Osmanlı hükümeti arasında suçluların iadesi anlaşması yoktur!

Bugünden itibaren hudutlarımızdan içeri dışarı pasaportsuz girip çıkanlar sorumludur.”

★★★

Yeni devletin İstanbul hükümetine söylediği hep şu oldu:

“Siz bizi görmezden gelin. Bizi Yunan ve Bulgar’la karşı karşıya bırakın. Biz buraları kurtardık. Buraları yeniden Bulgar ve Yunan’a vermeyelim. Dış dünya üzerinize geldiğinde bizim için deyin ki: Biz onlara sözümüzü geçiremiyoruz, bunlar ayrı bir devlettir ve onların içişlerine biz karışamayız.”

İstanbul’daki İttihat Terakki hükümetinden günün birinde kesin karar bildirildi:

“Siz silah bırakıp geri dönmezseniz, anlaşma hükümleri uyarınca ne yazık ki Bulgar ordusuyla birlikte Batı Trakya’ya girip üzerinize gelmek zorunda kalacağız.”

★★★

Batı Trakya Türk Devleti’ni kuran kahramanlar, İstanbul’a daha fazla direnemezdi. Ellerinden geleni yapmış, bölgeyi düşmandan temizleyip ele geçirmişlerdi.      

Ömrü birkaç ay süren yeni devleti 25 Ekim 1913 günü bitirmek zorunda kaldılar. Subaylar, askerler ve çeteciler başka cephelerde savaşmak üzere İstanbul’a döndüler. Haklarında hiçbir yasal işlem yapılmadı. Hemen hepsi 1914 yılında patlayan Birinci Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaştı. Süleyman Askeri Bey, Irak cephesinde şehit oldu.

Batı Trakya işte böyle elden çıktı, Yunanistan ve Bulgaristan’a armağan edildi.

Bugün size yakın tarihimizin hemen hiç bilinmeyen ilginç bir olayını, 107. yılında anlatmaya çalıştım.

(Kuşçubaşı Eşref sonraki yıllarda ne yazık ki Atatürk ve Milli Mücadele’ye karşı çıktı, Lozan Antlaşması’yla belirlenen ve hainlerden oluşan 150’likler listesine konularak Türkiye’den çıkarıldı.)