Geçen hafta Ankara Büyükşehir Belediyesi ile Milli Düşünce Merkezi’nin birlikte gerçekleştirdiği “Türkiye’de Şiddet ve Çözüm yolları” başlıklı sempozyuma konuşmacı olarak davet edildim. İki gün süren etkinlikte önemli konu başlıkları tartışıldı. Milli Düşünce Merkezi, tüm sunumları, ileride bildiri kitabı olarak yayınlayıp Türk halkının istifadesine sunacak. Bu toplantıda benim konuşmam “Din ve Şiddet” üzerineydi.

Din ve şiddet yan yana gelmemesi gereken iki kelime; ancak büyük fotoğraf dinlerin bağlılarının şiddet konusunda masum olmadıklarını söylüyor. Son tahlilde siyasi ve ekonomik çıkarlar amaç teşkil etse de dinlerin bağlıları, tarih boyunca, kutsal kitaplarını bahane ederek, çeşitli düşmanlar yaratmaktan çekinmemişlerdir. Nitekim, Eski Roma ve Yunan dini mensuplarına karşı yürütülen katliamlar, vadedilmiş topraklar için yapılan mücadele, Haçlı Seferleri, Engizisyon mahkemeleri, yüzyıllar boyunca süren mezhep savaşları, Orta Çağ Avrupa’sında yaşanan cadı avları-aforozlar-bekaret kemerleri, Kuzey Afrika’da Hristiyanlaştırma faaliyetleri, Filistin’de uzun yıllardır süren mücadele, terör ve şiddetin her türlüsünün yaşandığı örneklerdir. Müslümanların tarihi de övünülecek bir tablo arz etmiyor; malumunuz mezhepler tarihi ile ilgili köşe yazılarımda bu konuyu ele aldım. Keza Budistlerin Myanmar’da Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve insan hakları ihlalleri, Hindistan’da farklı inanç gruplarına yönelik katliamlar, İbrahimi geleneğin dışında kalan inançların da şiddetten uzak kalmadıklarını göstergesidir.

İYİLİĞİN VE KÖTÜLÜĞÜN SEMBOLÜ: HABİL VE KABİL

Yeryüzü, Habil ile Kabil’in mücadele yeri. Tevrat ve Kur’an’da geçen Habil-Kabil kıssası, kardeşin kardeşe düşman olabileceğini ve nefsine yenik düşerek yıkıcı ve yok edici davranışlarda bulunabileceğini anlatır. Dolayısıyla kutsal kitaplara göre şiddet, insanlığın dünyaya gelişiyle yaşıt bir olgu. Kin, nefret, öfke, kıskançlık, haset, kibir, çekememezlik bir arada yaşamayı olanaksız hale getiren kötü hasletler. Dinlerin mesajları, tam da bu kötü hasletlerin kontrol altına alınmasına ve kişinin kendini eğitmesine yönelik. Şimdi soralım: Habil ve Kabil’le sembolize edilen iyilik ve kötülüğün mücadelesini, Müslümanlar, ne kadar doğru anladı ve gereğini ne kadar yerine getirdi? Tarihi tartışmaları ve kavgaları tarihte bırakalım ve günümüze gelip, samimi olarak bu soruya cevap arayalım. Eski Diyanet İşleri Başkanı, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun şu tespiti başta Diyanet olmak üzere, dini alanda yazan-konuşan herkesi düşündürmelidir:

“Son dönemde “din dili” öfkeli ve hırçın, ayrıştırıcı ve ideolojik oldu. Ulema öfkeli, çünkü insanlara geçmiş kitaplardan sundukları bilgilerin, bugün ciddi bir karşılığının kalmadığını gördükçe öfkeleniyor ve bu duruma dışarıdan bir sorumlu arıyor. Çünkü kendi kusurunu görmek istemiyor. Öfkeli ve kavgacı bir dille dini anlatmaya başladık. Ötekileştiren bir dil ürettik. Kucaklayıcı olmayı da bıraktık. Dini bilgi ve söylem kavgaya alet olunca, farkında olmadan din de kavgaya dahil olur. Bugün metinleştirildiği için her türlü okumaya açık olan Kur’an ayetleri, ülkelerindeki devasa sorunların neticesinde ortaya çıkan radikal dini grupların, şiddet, öfke ve nefretten başka bir bildiği olmayan dini grupların elinde adeta birer silah oldu. Şiiliğin de onlara benzeşen Sünniliğin de ayakta durmasının yegane itici gücü tarihe ve ötekine duyulan öfke ve nefret; birleştirici gücü de acı ve tazallüm oldu. Böyle oluşan kimlik İslam’ın rahmetini ne kadar taşıyabilir? Öfkeyle yoğrulan bir İslam ve Müslümanlık dünyaya ne verir?” (İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme- Ali Bardakoğlu)

Öfkeyle yoğrulan bir İslam’ın ve Müslümanlığın dünyaya bir şey vermediği apaçık ortada. Uluhiyet düzleminde dinin gemisiyle dolaşılabilir, ancak geminin içinden hakikati görememek de söz konusudur. Hatta batılla amel etmek de. Hayali’nin dediği gibi “Ol-mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler.”  Müslüman dünyanın sorunu tam da bu olsa gerek.