Bu haftaki yazımı hazırlarken, İran’da, başörtüsü takma kurallarına uymadığı gerekçesiyle ahlak polisi tarafından gözaltına alınan ve iddialara göre işkence görmekten dolayı komaya giren Mahsa Amin’in yaşamını yitirdiği haberi medyaya düştü.  Mahsa’nın, polisler tarafından ite-kaka arabaya bindirildiği videoyu izlerken yeryüzündeki tüm kadınlar adına çığlık atmak istedim. Ülkemin kadınlarını düşündüm; dilediği gibi giyinen, dilediği gibi inanan, dilediği gibi yaşayan her kıyafetten yüzlerce kadın geldi geçti gözümün önümden… Özgürlük, sen ne büyük nimetsin dedim; inancımı bile sen varsan huzurla yaşayabilirim. Dört elle laik-sosyal-hukuk devletine sahip çıkalım.

Sana verilen hakları unutma, unutturma Türk kadını.

Binlerce yıllık geleneğimizi, Türk töremizi, kadın-erkek eşitliğini unutma, unutturma: Eski zaman hanlarından biri, eşi için şöyle der: “Ben Han’ım, o da benim Han’ım.” Hanım kelimesinin kökeni. Türk karakteri bu. Unutma, unutturma.

Önce insanca yaşam. Önce insana saygı. Önce özgürlük. Önce irade hürriyeti. Bunların olmadığı yerde, dinin anlamı yok. Türk Müslümanlığının farkı tam da burada. Geçen hafta kaldığımız yerden konumuza devam edelim.

YERELLİĞE DİRENÇ GÖSTEREN İKİ TÜRK ALİM

Ebu Hanife, (699-767) İslam inancını akli bir temele oturtmaya çalışmıştır. Bu zeminde ele aldığı çalışmalar öğrencileri tarafından fıkhî bir ekole dönüştürülür. Ebu Hanife’nin kelâmî görüşlerini sistemli hale getiren kişi ise İmam Mâtürîdî’dir. Kaynaklarda Mâtüridî (863-944), Ebu Hanîfe’nin düşüncelerini en iyi bilen kişi olarak geçer. Böylece fıkhi alanda doğmuş Hanefiliğin bir uzantısı olarak da ifade edebileceğimiz Mâtürîdîlik, itikadi alanda ekol olur. Her iki alimin de Türk düşünce tarihinde müstesna bir yeri vardır. Kûfe’de, rey geleneğini (kişinin kendi kanaati, akıl yürüterek ulaştığı şahsi görüş) başlatan Ebu Hanife’dir.  Rey ehlinin karşıtı olan ve Ehli Hadis olarak anılan ekol, çözümlemeli muhakemeyi, akıl yürütmeyi reddeder. Ehli hadisçiler ayetlerin ve hadislerin görünen manasının dışına çıkmazlar. Hambeli mezhebi, Vehhâbîlik ve Selefilik, Zahiri akımının temsilcileridir.

İslam’ın bir medeniyet dini olarak yorumlanmasında Türk Müslümanlarının rolüne dikkat çeken İbn-i Haldun, bu durumu doğrudan coğrafyaya bağlar. Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, “İslam’ın yerelleştirilmesine tepki olarak entelektüel milliyetçilik” başlıklı makalesinde şu tespiti yapar:

“İslam medeniyetiyle özdeş olmuş bölgelerin tamamı Kur’an’ın indiği coğrafyanın dışındadır: Mısır, Şam, Semerkant, İstanbul, Endülüs, vs. İslam’a kapısını açan bu yeni coğrafyalarda İslam, Arapların ilkel kabile tutuculuğundan (hamiyyet) kurtulunca, bir üst kültür yaratma gücüne kavuşmuştur. Dinin üst kültür yaratarak evrensel olma ve yerelliklere mahkûm olmama çabasına rağmen, tarih onun bazı yorum yöntemleri üzerinden yerelliklere mahkûm edilmeye çalışıldığına da şahit olmuştur. Kıyas, esbâb-ı nüzûl, gibi kavramsallaştırmaların bu yönde kullanıldığını biliyoruz. Arap zihniyetinin hâkim olmaya çalıştığı yeni coğrafyalar ve kültürler, entelektüel milliyetçilik olarak kavramsallaştırdığımız bir tutumla bu yerelliğe direnmişlerdir. Ebû Hanîfe’nin istihsan yöntemi ve kendini Ebû Hanîfe geleneğinin takipçisi sayan İmam Mâtüridî’nin te’vil anlayışı, bu yerelliğe direnç göstermenin en temel unsurları olarak kayda geçmişlerdir.”

ARAP GELENEĞİ TEK TİPLEŞTİRİCİDİR

Hüküm çıkarma metotları arasında yer alan “istihsan”, şeklî ve kuralcı anlayışı en aza çekmeye çalışan, hayatın canlılığıyla ve akışıyla bütünleşen bir bakış açısını içinde taşır. Ebu Hanife’nin başlattığı bu yorum anlayışı, fıkhi alanın dar kalıplarını genişletmesi açısından son derece önemlidir. Mâtüridî’nin te’vil kavramına gelirsek, “te’vil”, sözün evveline gitmek, amaçlanan son noktaya varmak gibi anlamalara gelir. Mâtüridî, tefsir ile te’vil ayrımına gitmiş, tefsirin kesin manaya tekâbül ettiğini ve bunu ancak nüzul sebeplerini bilen ilk muhataplarının yapabileceğini; çoklu muhtemel manaları dikkate alan te’vilin ise her dönem yapılabileceğini savunur. Mâtürîdî’ye göre tefsir tek ihtimalli, te’vil çok ihtimallidir. Bu çoklu yorum anlayışı, hayatı kolaylaştırmaya, farklılıkları kucaklamaya, hoşgörüye zemin hazırlarken; Arap’ın kendine has kültürünü tüm coğrafyalara yaygınlaştırmasına ve tek tipleştirmesine bir reddiyedir. Çünkü Arap geleneği tek tipleştiricidir ve kendi koyduğu ölçülere göre diğerlerinin hizalanmasını ister. Yerim doldu, haftaya din ve şeriat farkını nasıl ortaya koymuşlar devam edelim.