Benim babam bir köy öğretmenidir.

Şimdi 82 yaşında ve emekli ama ben özellikle “öğretmeniydi” demek yerine “öğretmenidir” diye yazdım.

Zira, öğretmenlik bir meslek, bir iş olmanın ötesinde ömür boyu süren bir eylemdir gözümde.

Tam 33 yıl bu ülkeye bilfiil hizmet etti babam.

Sadece köy çocuklarına değil, okuma yazma bilmeyen köylü kadınlara, erkeklere okuma yazma, hatta Türkçe bilmeyenlere Türkçe öğretti.

Kars, Şanlıurfa, Diyarbakır...

Çoğu Kürt köyleri olmak üzere, nereye “git” deseler, sırtında Şamama nenemin çizgili gri bir kumaşı doldurup elleriyle diktiği yün döşeğiyle oraya gitti koşa koşa...

Bir dağ köyünde, kalacak yer bulamadığı için aylarca köy odasında yaşadı.

Ücra bir sınır köyünde kazara yırtılan (kardeşinden ödünç aldığı) tek kumaş pantolonunu dikmek için gece yarısı muhtarın kapısını çalıp iğne iplik aradı. İğne iplik bulamayınca, pantolonunu zor bela bulduğu çuvaldız ve kendir ipiyle dikmek zorunda kaldı.

Yine bir dağ köyünde ağır bir kış günü, tipinin getirdiği karlar kapının kenarından içeri dolmasın, iki yaşındaki oğlunu üşütmesin diye bulduğu çaputları deliklere sıkıştırdı durdu gece boyunca.

Karların çözülmesi, yolun açılması yetmiyordu ilçeye ulaşmaya...

Onlarca kilometrelik bir yürüyüş gerekiyordu bazen maaşı alıp, erzak getirebilmek için köye.

Daha neler neler?

Listeyi uzatmak yerine şöyle bir özet yapayım:

Öyle mutemetin her ay önünüze koyduğu bir miktar para için çekilecek şeyler değildi hiçbiri.

Her çocuğun okuyarak fırsat eşitliğine erişebildiği, Çoban Süloların, Rizeli Receplerin  Cumhurbaşkanı olabildiği bir ülke hayali, bir öğretmenlik ideali gerekirdi bütün bu zorluklara katlanmak için.

★★★

Biz öğretmen çocuklarının kaderidir kalabalık bir aile olmak.

Aldıkları emekli ikramiyesiyle bir ev
dahi alamadıkları için, ömürlük hizmetlerinden bize kalan tek miras kardeşlerimizdir.

Evet yanlış duymadınız: Sadece kardeşlerimiz.

Binlerce kardeşimiz vardır: Babamızın/annemizin en az bizim kadar değer verdiği, soğuk kış günlerinde burnundaki sümüğü sildiği, söylediği Kürtçe sözcüğün Türkçesini öğrettiği, bütün sorunlarıyla tek tek ilgilendiği...

Bir gün yargılandığımız bir basın davasında hâkim olarak çıkarlar karşımıza.

Başka bir gün heyecandan öldüğümüz bir ameliyathane kapısında doktor olarak gelir bilgi verirler.

Biri televizyonda görür, ne yapıp edip telefon numaramızı bulur ve arar. Bizi aradığını sanırız ama “Öğretmenim yaşıyor mu? Nerededir” gibi soruları duyunca kardeşlerimizden biri olduğunu anlarız.

Bir pazar yerinde başka bir kardeşiniz daha çıkar karşınıza. Pazarcı olmuştur o da... “Öğretmenimin oğlu” diyerek en iyisinden seçer meyvenin sebzenin... O zengin gönlüyle size indirim yapar.

O zamanlarda gurur duyarsınız babanızla (aynı zamanda hayat öğretmeninizle), göğsünüz kabarır. Hayalleri, idealleri olan bir köy öğretmeninin yetiştirdiği dağ çiçeklerinden biri olduğunuz için mutlu hissedersiniz kendinizi.

★★★

Bu yaz, sağlık gerekçesiyle Ankara’dan köye götüremediğimiz için çok üzüldü babam. Kendi tabiriyle depresyona girdi.

Ne zaman sohbet etsek, sözü döndürüp dolaştırıp eski anılarına getiriyor. Dalıp dalıp çalıştığı köylere gidiyor. Her sohbetimiz derin bir “ah” sesiyle ve “vatanımı özledim” cümlesiyle bitiyor.

Bir tek (biz çocukları da dahil) öğrencileri ve köylüleri aradığında kendine geliyor ve yüzünde güller açıyor.

Önceki gün birlikte ekran karşısında oturup, kendi tabiriyle ajansı izliyorduk.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la ilgili bir haber çıktı.

Öğretmen ataması töreninde konuşmuş ve uzmanlık sınavına girmeyen öğretmenlere “Siz eğitim öğretim mimarı mısınız sokakta çapulcu musunuz? Bize yavrularıyla haşır neşir öğretmenler lazım’’ demiş.

“Çapulcu” sözünü duyar duymaz, “kapatın şunu” dedi.

Keşke biri Cumhurbaşkanı’na anlatsa: Bir öğretmen sınavla değil, mesleğine adanmışlığıyla emeğiyle uzmanlaşır. Sınavda sorulan sorularla değil, yetiştirip hayata armağan ettiği öğrencileriyle, diğer bir deyişle can suyunu verdiği dağ çiçekleriyle uzmanlığına uzmanlık katar.

Belki bunu öğrenirse bir daha hiçbir öğretmene “çapulcu musunuz?” diye sormaz.