Hazine ve Maliye Bakanı Dr. Nurettin Nebati, TBB (Türkiye Bankalar Birliği); BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) ile Türkiye Katılım Bankaları Birliği (sözde faizsiz bankacılık yapan bankalar) başkan ve üyeleriyle bir toplantı yapmış. Bakan Nebati, hükümet olarak nasıl bir ekonomi politikası izlediklerini ve bu modelin başarıya ulaşması için bankacılardan neler beklediklerini anlatmış. Söz alan “ağır abi” bankacılar, hükümetin izlediği “aykırı” modelin en belirleyici özelliği olan “düşük faiz” politikasını doğru bulmadıklarını ifade etmişler. İktisatçılarımızın neredeyse tümünün hemfikir olduğu “faizi yükselt ki; enflasyon düşsün” düsturunu savunmuşlar. Bir genel müdür “Sanayici erişemedikten sonra, kredi faizinin ucuz (düşük) olması, neye yarar ki?” demiş. Burada izaha muhtaç bir durum var. Kredi ucuzsa, pek tabii talibi çok olur. Hele hele beklenen enflasyondan düşükse, işadamları sırf istifçilikten para kazanmak için dahi kredi talep edebilir. Talep artınca faiz de yükselir. Faiz yeterince yükselince, talep durur. Yükselen faizi ödemeye razı olanlar da krediye erişir. Bunun aksi varitse, hükümet hem mevduat hem de kredi faizlerine açıkça veya aba altından sopa göstererek müdahale ediyor demektir. Ya da bankalar enflasyonu azdırsa bile, Merkez’in daha gevşek para politikası izlenmesini istiyor olabilir. İkisi de kötüdür.

YENİ EKONOMİ MODELİ NEREDEN ÇIKTI

Bugün, harplerin ekonomilere maliyetini hesaplamaya meraklı ve “harpler sulh zamanı ekonomi politikaları izlenerek kazanılmaz” diyen ustamız J. Stiglitz’in izinden giderek “harp halinde ekonomi yönetimi” konulu bir yazı kaleme almak istiyordum. “Harp” sözcüğünün kapsamını “olağanüstü hâli”, “yapısal dönüşümü” veya “devrimi” içerecek şekilde genişletiyorum. Bu gibi “anormal” (düşük sıklıklı) durumlarda, “normal” (yüksek sıklıklı) durumlarda uygulanan yöntemler, beklenen sonuçları sağlamaz. İsterseniz bu önermeyi “olağanüstü sorunlar, olağanüstü çözümler gerektirir” şeklinde özdeyiş haline getirebiliriz. İki önceki maliye bakanı Dr. Berat Albayrak, “eşyanın/şeylerin zoruyla” (with the force of the things) yeni bir “ekonomik model” aramaya başlamıştı. Hatta buna, devrim denmişti. Peki buna ihtiyaç var mıydı? Evet vardı. Çünkü, Başkan Erdoğan “Ölürüm de IMF’ye gitmem” diyordu. Bu, standart olarak “döviz bitince, IMF’ye giden” Türkiye için olağanüstü bir koşuldu. Nitekim ABD’den doktoralı seçkin iktisatçılarımız, bugün de ısrarla “krizden çıkmak (enflasyonu düşürmek diye okuyun) için Türkiye’nin IMF ile anlaşmasından başka bir çare yok” diyor. Başkan Erdoğan da hâlâ ve ısrarla IMF’ye gitmem de gitmem diye ayak diriyor. Kördüğüm burada.

ÇİFT PARALI EKONOMİ

Enflasyon ile pahalılık aynı şey değildir. Ama enflasyon, sabit gelirliler için pahalılığa sebep olur. Demirel, Özal’ı sıkıştırmak için “enflasyonu yani pahalılığı indir de görelim” dedi ve iktidara geldi. Sonra kendi zamanında (başbakan ekonomi profesörü Tansu Çiller iken) enflasyon yani pahalılık (?) %105 oldu. Bu bapta CHP’nin de (1979 ve 2001 Bülent Ecevit hükümetleri) karnesi de kötüdür. AKP’nin hâl-i pür melali ortadadır. (TÜFE’nin resmisi %85, ENAG’a göre %181). Kısaca tüm iktidarlar enflasyonla mücadelede başarısızdır. Çünkü sorun yanlış tanımlanmaktadır. Sorun ulusal para birimimiz olan TL’nin “dört işlevli” gerçek bir para olmamasından kaynaklanmaktadır. Bunun da kök sebebi “dış-borç-kolik” olmamızdır. Dikkat! Türkiye ekonomisine yön veren para birimi TL değil dolar ve onun faizidir. TL’ye yüksek faiz vermek “sıcak döviz” çekip, geçici olarak enflasyonu dizginleyen aslında onursuz bir yöntemdir. Sıcak döviz girdiği sürece ekonomi yukarı, pahalılık ve enflasyon aşağı gider. Sıcak döviz akımı aksarsa ekonomi aşağı, enflasyon da pahalılık da yukarı gitmektedir. Durum budur.

Son söz: Olağandışı yöntemler, olağanüstü risklidir.