Her toplum, sosyal sınıflardan oluşur. Siyasal bilimler ve ilk adı “siyasal iktisat” olan iktisat da bunun üzerine kurulur. Nitekim hocam Sadun Aren “İktisatta her tartışma milli gelir bölüşümüne çıkar” derdi. Toplumun sınıflara ayrışması, Osmanlı’da da vardı, Cumhuriyet Türkiyesi’nde de var. Osmanlı’da siyasi veya iktisadi ağırlığı yüksek azınlığa “ayan” zayıf olan çoğunluğa “avam” denirdi. Benzer şekilde İngiliz  parlamentosunda “lordlar” ve “avam” kamaraları vardır. Amerika’da da “senato” ve “temsilciler meclisi” bulunur. Erken cumhuriyetin ayanı, devrimleri benimseyen laiklerdi. 1961 darbesinden sonra ülkemizde de “çift meclis” sistemine geçilmişti. Çünkü 1950-1960 arasında iktidar olan Demokrat Parti’nin ileri gelenleri, her ne kadar ayana mensup olsalar da “Yeter! Söz Milletindir” sloganını kullanarak, reklamcı tabiriyle partilerini çoğunluğu oluşturan avamın temsilcisi olarak konumlandırmıştı. Avamdan yana olmanın koşulu da Müslüman görünmekti. İktidara gelen AKP’liler hem  devlet eliyle zenginleşti, hem de kendilerinin aslında toplumun mağdurları (zencisi) olduğunu söyledi durdu. Zaten bir süredir laikler için “Beyaz Türkler” deyimi kullanılıyordu. “Ne mutlu Türküm” demekten kıvanç duyan aileler çocuklarını liseye, “Elhamdülillah Müslümanım” diyenler evlatlarını İmam Hatip’e gönderdi.

GERİCİ Mİ, TEPKİCİ Mİ?

Şimdilere pek kullanılmasa da Türkçede “laiklik karşıtlığı” anlamına gelen “irtica” ve “karşıtı” anlamına gelen “mürteci” diye iki sözcük vardır. Bizim nesil bunu “gericilik” ve “gerici” diye anlamıştı. ODTÜ’lü öğrenciler olarak 1958’de ziyaretine gittiğimiz Hasan Ali Yücel (1897-1961, Köy Enstitüleri’nin kurucusu Milli Eğitim Bakanı) bunların Fransızcasının “reaksiyon” ve “reaksiyoner” olduğunu, doğru karşılığının “tepkicilik” ve “tepkici” olması gerektiğini söylemişti. Tepkinin (reaksiyon) ise mutlaka bir etkinin (aksiyon) neticesinde oluştuğuna işaretle, irticayı yaratan etki de Atatürk’ün yaptığı “devrimler/inkılaplar”dır demişti. AKP’nin 20 yıldır laiklere karşı uyguladığı ötekileştirme ve fakirleştirme “aksiyonu” bu sefer de laiklerde bu etkiyi ortadan kaldırma “reaksiyonu” oluşturmuştur. Bu yüzden acaba laikler “neo-reaksiyoner” haline mi dönüşmüştü diye düşünmeye başladım. Eğer öyleyse bu kötü bir şeydir. Çünkü, tepkicilik (irtica) her sorunun çözümünü geçmişte aramaktır. Bu da sorunlara çözüm ararken analitik düşünmenin önündeki en büyük engeldir.

BAŞKANLIK MI PARLAMENTER SİSTEM Mİ?

“Mevzubahis olan Erdoğan’dan kurtulmaksa, gerisi teferruattır” denmesi yüzünden muhalefet, onunla özdeşleştirdiği başkanlık sistemini tasfiye kararı aldı. Türkiye, uzun yıllar parlamenter sistemle idare edildi. Koalisyon pazarlıkları yüzünden çok yanlış ve ayıp işler yapıldı. Soruyorum: Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmeden önce Erdoğan Cumhurbaşkanı, Davutoğlu veya Yıldırım Başbakan iken ülke daha iyi mi yönetiliyordu?  Erdoğan, ekonomide ve dış siyasette ortaya çıkan sonuçlara göre bir çok yanlış karar almıştır. AKP’liler böyle düşünmüyor olabilir. Çünkü her karar bir tercihtir. Ayrıca iktisatta, siyasette veya herhangi bir konuda hata ihtimali sıfır olan bir karar yoktur. Çünkü hayat belirsizliklerle doludur. AKP’nin affolunmaz günahı AKP Genel Başkan Yardımcısı Profesör Numan Kurtulmuş’un sözleriyle AKP’lilerin “Harun gibi iktidara gelip Karun gibi olmalarıdır”. Mutlaka tasfiye edilmesi gereken şey “başkanlık sistemi” değil bu “yandaş zenginleştirme” düzenidir. Bana göre “denetimli başkanlık”, “güçlendirilmiş parlamenter” sistemden daha iyidir. Altı ortaklı “Millet İttifakı”nın yapılacak seçimleri kazanması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye’nin “bakanlık paylaşımına” ve ortakların kararları “veto yetkisine” sahip olduğu bir hükümete değil, tutarlı bir yönetim erkine ihtiyacı vardır.

Son söz: Tepkiyle alınan karar, hatalı olur.