Atatürk’ün en yakınında olan isimlerden, Kütüphaneci Nuri (Nurettin Ulusu) anlatıyor...


“Bir gün Atatürk beni çağırdı ve kara tahtayı göstererek, ‘26 Ağustos 1071 ve 26 Ağustos 1922 yaz çocuğum’ dedi. Yazdım. Sonra şunları dedi: 1071’de Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapıları Türkler’e açıldı. Yıllar yıllar sonra müttefik ordularını ve Yunanlıları yine 26 Ağustos tarihinde Anadolu’dan çıkarıp attık. Bu bakımdan 26 Ağustos çok dikkat çekici bir tarihtir.”


Dikkat çekiciydi ama kesinlikle rastlantı değildi. Bir dehanın bir ulus yaratırken en ince ayrıntılarına değin hesaplayıp yaptığı planın parçasıydı. Kara tahtaya yazıldığı kadar kolay olmamış, hayal bile edilemeyenlerin başarılması gerekmişti.


Atatürk kafasında kurtuluşun, Cumhuriyet’in planları ile İstanbul’dan Samsun’a yola çıkarken yanında 3 aylık ödenek ve yaşamı boyunca biriktirdiği 800 lirası vardı. Para, Erzurum Kongresi ile birlikte bitti.


Sivas’a hareket edilirken Atatürk ve arkadaşlarının beş parası yoktu. Emekli binbaşı Süleyman Bey 1000 lira ile hızır gibi yetişti. Kongre bu para ile yapıldı fakat Ankara’ya nasıl geçilecekti?


Atatürk istemese de çare yoktu, Mazhar Müfit Bey kendi adına Osmanlı Bankası Sivas şubesinden 1000 lira borç aldı, Ankara’ya ulaşıldı.


Ankara’da ne para, ne de para kaynakları yoktu. Mazhar Müfit o günleri anlattı... “Mustafa Kemal bankalardan veya çeşitli kurumlardan borç alınması konusundaki tekliflere sıcak bakmıyordu. Şahsi eşyalarımızı satıp idare etmeye çalışıyorduk. Akşam bu yokluk üzerine konuşurken Atatürk, ‘yatalım, sabah ola hayır ola’ dedi.


Sabah, sonraki yıllarda Diyanet İşleri Başkanı olan, padişah fermanına karşı gelip yanımızda yer alan Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) Bey geldi. 1000 lira getirmiş, teslim etti! Atatürk’ün yanına koştum, ‘ne kadar’ diye sordu. 1000 lira dedim. Bu akla gelir miydi, bak Allah bize yardım ediyor dedi!”


Ankara’da 1919’dan itibaren çok şeyler yapıldı, Türkiye Büyük Millet Meclis’i açıldı mesela... Savaşın ortasında, Yunan Ankara yakınlarına kadar sokulmuşken 1 Mart 1921’de mali yılın açış konuşması için Meclis kürsüsüne çıktı Atatürk, “Mali zorluklara rağmen, bütçenin dengesi titizlikle korundu, korunmaya devam edilecek” dedi iyi mi!


Çünkü Atatürk, I. Dünya Savaşı boyunca yaşanan enflasyonun halkın moralini ‘yenilgiler’ kadar bozduğunu iyi biliyordu.


13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi zaferi kazanıldı. Bir ay sonra 15 Ekim 1921’de Atatürk, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya şu talimatı gönderdi... “Düşmana kesin bir darbe indirmek gerekir, planlamalara ve hazırlıklara başlayın!”


Plan taarruz ilkesine dayanıyordu. Savunmaya geçen Yunan ordusuna hiç beklemedikleri bir yerden, sürpriz baskın yapılıp cephe yarılacak, süvari birlikleri işgal ordusunu çevreleyip çember içine alacak ve tamamen imha edilecekti.


Atatürk’ün kafasında bir yıl önce belirlediği taarruz tarihi 26 Ağustos’a 3.5 ay kala Başkomutanlık yetkisinin uzatılması engellendi. Vatanı satan padişah unutuldu, Atatürk’e diktatör denildi. Meclis’e gelen Atatürk, “Diktatör olsam sizden yetki ister miyim” dedi!


Başkomutanlık yetkisi ‘ret’ ve ‘çekimser’ oylara rağmen uzatıldı.


28 Temmuz’da komuta kademesi Akşehir’e çağrıldı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Cephe Komutanı İsmet İnönü, 1. Ordu komutanı Nurettin Paşa, 2. Ordu komutanı Yakup Şevki Paşa ve Batı Cephesi kurmay başkanı harita başında toplandı.


Fevzi Paşa net konuştu, “Planımızın esası silah ve sayıca bizden üstün olan düşmanı ani bir darbe ile çökertmektir. Bunun için belirlediğimiz noktaya saldırı için düşmandan üç kat daha fazla bir kuvvet gizlice kaydırılacak” dedi ama risk büyüktü!


2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa Harbiye’de strateji öğretmenliği yapmış, Atatürk’ün de hocasıydı. İtiraz etti, “Yüz bine yakın insanı Afyon’un kuzeyinden güneyine kaydıracaksınız ve düşman bunu anlamayacak! Hayal görmeyelim. Hem yürüyen orduya nasıl cephane yetişecek” dedi.


Atatürk vatan için endişelenen hocasına gülümseyerek “Biz de cephane ikmalini düşmandan yaparız paşam” diye yanıt verdi!


Yakup Şevki Paşa yumuşamadı, “Yapmayın. Türk milletinin varı yoğu bundan ibaret” dedi.


Atatürk’ün sesi ciddileşti... “Varımız bundan ibaretse, kesin sonucu bununla almak zorundayız!”


Paşa ısrar etti... “Buna karar verenler tarihe karşı, büyük vebal altında kalırlar. Adama vatan haini derler. Hepimizi Meclis önünde asarlar.”


Atatürk kendinden emin yanıt verdi... “Korkmayın Paşam. Tarihe ve millete karşı bütün sorumluluk bana aittir.”


Yani, asarlarsa beni asarlar dedi!


Ve 26 Ağustos 1922... Tıpkı bugünkü gibi cumartesi sabahı saat 03:00’te Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk Kocatepe’ye geldi.


Sonrasını, Nazım Hikmet’ten dinleyelim...


Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. / Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki / Şayak kalpaklı adam / Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu. / Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. / Paşalar onun arkasındaydılar / O, saati sordu / Paşalar: ‘Üç’ dediler. / Sarışın bir kurda benziyordu. / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. / Yürüdü uçurumun başına kadar, / eğildi, durdu. / Bıraksalar / İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak / ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak / Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı. /


Nazım Hikmet’i de yanıltan sarışın kurt, özgürlük yolunda her adımı planlamış, güzel ve rahat günlerin geleceğini bilerek bakıyordu Kocatepe’den. Çünkü O, herşeyden daha çok milletine güveniyordu.


101 yıl sonra notu... En dar zamanda Atatürk’e kefen parasını teslim eden, Diyanet İşleri’nin ilk Başkanı Mehmet Rıfat Börekçi’den 101 yıl sonra onun makamında oturan ve 7 yıldır Atatürk’ün adını anmaktan uzak duran Ali Erbaş, 25 Ağustos Cuma hutbesinde Atatürk’ü yine yok saydırdı! İşin daha da hazin tarafı... 101 yıl önce Börekçi’nin teslim ettiği para için “Allah bize yardım ediyor” diyen Atatürk’ün anılmadığı cuma hutbesinin başlığı, Allah’ın yardımı aziz milletimizle beraberdir oldu.