Dün uzun erimli hava tahminlerine baktım.
İnternetteki meteoroloji sitelerine göre İstanbul’da Ocak ayının 15’ine kadar kar yağışı görünmüyor.
Kar denildiğinde aklıma hemen amansız 1987 kışı gelir.
Mart ayı başında Balkanlar’dan gelen soğuk hava dalgası iki hafta süreyle kenti esir almış, hayatı felç etmişti.
Sadece okullar değil, bazı resmi daireler bile kapatılmıştı.
Şebeke donduğu için birçok semtte sular akmamış, sık sık elektrikler kesilmişti.
İstanbul 1987 kışında yoğun kar altında kalmıştı.
★★★
Karın atıştırmaya başladığı 4 Mart akşamı, Boğaz’dan, Yaşilköy’deki evime dönüyordum.
Karlı havalarda araç kullanmayı sevmem. Bir hatayla trafiği engellemekten ya da başkalarına zarar vermekten korkarım.
O gece de yollardaki buzlanmayı görünce, arkadan çekişli arabamı Baltalimanı’ndaki akaryakıt istasyonuna park edip, güçlükle bulduğum taksiyle Yeşilköy’e döndüm.
Sabah kalktığımda kar kalınlığı yarım metreye yaklaşmış, yüksek yerlerde ise bir metreyi bulmuştu.
Taksiler çalışmıyordu.
Bedrettin Dalan’ın Başkanı olduğu İstanbul Belediyesi’nde hizmet durmuştu.
Evim tren istasyonuna çok yakın olduğundan sabah, görev yaptığım Hürriyet Gazetesi’nin Cağaloğlu’ndaki binasına ulaşabilmek için banliyö trenine bindim.
Bulunduğum vagon hıncahınç doluydu.
Bir ara gözüm beni kızgın bakışlarla süzen yaşlı birine takıldı.
Önce fazla önemsemedim.
Ama bakmada ısrar edince dayanamayıp sordum:
“Amca hayrola, bir derdin mi var? Neden öyle bakıyorsun?”
Ne dese beğenirsiniz.
“Sen Uğur Dündar değil misin?”
Evet Uğur Dündar’ım!..
“Koca Uğur Dündar olmuşsun, ama bir araba sahibi olmayı becerememişsin!..”
Gülüp geçtim.
Her gün Sirkeci’de trenden inip, yürüyerek Bab-ı Ali yokuşunu tırmanıyor, düşe kalka da olsa işime gidiyordum.
Yaşlıların “İstanbul’da kar yerde 3 günden fazla kalmaz” demelerine rağmen hayatı durduran kar, 17 Mart’a kadar koca kenti esir almayı sürdürdü.
17 Mart günü arabamı bıraktığım Baltalimanı’ndaki akaryakıt istasyonuna gittiğimde, aracım hâlâ karların içine gömülmüş durumdaydı.
★★★
O yıl yaşadığımız kar çilesine rağmen İstanbul’un güzel zamanları azalmış ama sona ermemişti.
O yıllarda İstanbullu olmak; Türkçesi, görgüsü, nezaketi ile ayrıcalıklı olmaktı ve başka bir şeydi.
Eminönü gündüz milyon nüfuslu, gece mültecilerin, Arapların fink attığı bir semt haline dönüşmemişti.
Azak yokuşunda tiyatro vardı.
Kocamustafapaşa’da merhum Nejat Uygur’un Çevre Tiyatrosu, tiyatro bitişiğinde zamanın assolisti Alâaddin Şensoy’un kafeteryası vardı ve daha da önemlisi o tiyatroyu her akşam dolduracak, o tiyatroyu ayakta tutacak kadar da seyirci vardı.
Şehzadebaşı’nda, Çemberlitaş’ta sinema vardı.
Gedikpaşa’da cadde üzerinde bir bakkalın önünde bütün dekoru bir sandık üzerinde mavi muşamba ve camekan olan kimsenin ismini bilmediği “pala” namıyla maruf biri, torik lakerda satar, kunduracı kalfası öğle yemeğinde torik lâkerda-mor soğan yerdi.
O zamanlar Marmara’da torik olurdu, lakerda da bir ayakkabıcı kalfasının yiyebileceği fiyattan satılırdı.
Çarşıkapı’da Kubbealtı sebilinde börekçi İzmirli Cemal’de kuşüzümü ve fıstıklı kıymalı börek, Bulgar sütçü Nedelko’da bal-kaymakla kahvaltı edilirdi.
Su deyince aklımıza, “Hamidiye ya da Taşdelen” suyu gelirdi, su da henüz pet şişeye girmemişti, “Cam sağlığı can sağlığıydı.”
Naylon poşet, pet şişe ve gürültü kirliliği yoktu.
Devir kese kâğıdı, file zembil, sepet devriydi.
Cami avlularında güvercin, her yerde ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.…
★★★
Yedikule’de marul, Çengelköy’de salatalık, Arnavutköy’de çilek, Langa’da bostan, Kanlıca’da yoğurt, Beykoz’da paça, Emirgân’da çay, Sarıyer’de börek, Vefa’da boza zamanlarıydı. (Neyse ki bozacımız hâlâ yerinde ve tarihi binasında bozasını satmaya devam ediyor.)
Vefa denildiğinde insanların aklına semt adının gelmediği zamanlardı.
Merhum Selahattin Pınar’ın tamburu elindeyken kalbinin durduğu Kalamış’ta Todori, Beyoğlu Balık pazarında “Krepen’deki İmroz”, Kumkapı’da Kör Agop, Tarlabaşı’nda birçok Yeşilçam filmine sahne olmuş İmrozlu Nikoli’nin işlettiği Hasır, Yedikule’deki Safa, Kurtuluş’ta adına şiirler yazılan ilk kadın meyhaneci, Madam Despina’nın meyhaneleri, neredeyse birer dünya markası gibiydiler.
★★★
Samatya’da İstanbul’un belki de son koltuk meyhanesi Küçük Paris; şarabın bardakla satıldığı, birkaç leblebi iki dilim elmayla ayaküstü içen müdavimlerinin hizmetindeydi.
Ve İstanbul’un siluetinde gök kubbeyi delen gökdelenler de, gürültü kirliliği de, tabelalardaki dil ve görüntü kirliliği de yoktu.
Cami avlularında güvercin, caddede ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.…
İstanbul’un güzel zamanları azalmış, ama henüz sona ermemişti...…