ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN KİTABINA ÖNSÖZ
Beyaz Türkler’le İslamcılar birlikte yaşamalı mı?
Ertuğrul Özkök katıksız bir Beyaz Türk, son yıllarda bu kitlenin gönüllü sözcülüğünü de üstlenmiş durumda. Ama Türkiye’nin, kendi tabiriyle, Beyaz Türkler-AK Türkler (veya “zenciler”) diye kutuplaşmasına çare olarak “melezleşmeyi” öneriyor. Herkes birbirini tanıyacak, birbirini kabul edecek ve birlikte yaşamayı öğreneceğiz.
Oysa Özkök‘ün kişisel tarihinde melezlik sonradan ulaşılan bir yer değil, aksine hayata başladığı nokta. “Bir Beyaz Türk’ün Hafıza Defteri” adlı anı kitabında anlattığına göre annesi beş vakit namaz kılan ama her gün şarabını da içen bir kadınmış.
Bu melez Türkiye çok geride kaldı. Kendisi için bile...
İzmir’in Kahramanlar semtinde başladığı hayatından kitaba yansıyan notlarında giderek melezleşmesinin, geriye dönmesinin imkansız olduğu anlaşılıyor.
Fransa’da okumuş, doktora yapmış, hayata görkemli bir kariyer sıkıştırmış, McLuhan‘ı, Claude Levi-Strauss‘u da Serdar Ortaç‘ı da bilen, iyi şarap içmiş, ama dolmuşa binmiş, parasız da kalmış biri Ertuğrul Özkök. Erol Simavi‘den Aydın Doğan‘a, Enis Batur‘dan Ece Ayhan‘a, Melih Cevdet Anday‘a, üniversite tiyatrosunda oynayan Ömer Madra‘ya, Bülent Ecevit‘e kadar pek çok yan karakterle geçmiş 65 yıllık bir hayat onunki. Kitaba girip çıkıyorlar.
Gazetecilikteki kariyeri onu medya elitinin en tepesine yerleştirdi, ama yaşamındaki küçük ayrıntılar böyle. Erol Simavi gibi o da katlanmış gazete okumayı sevmezmiş
AHMAK BİR İYİMSERLİK
Bir Beyaz Türk’ün Hafıza Defteri” aslında kıstırılmış Türk elitinin bir anlamda kendisini kıstırana, baskı altında tutan Türk Çay Partisi’ne karşı bir dost eli uzatma çabası olarak da anlaşılabilir. “Bakın bizi tanıyın, biz kötü insanlar değiliz, birlikte yaşayalım” mesajı.
Oysa, Özkök‘ün bu girişimi bana bile bile ahmak bir iyimserlik gibi görünüyor. Karşısında tanımaya, uzlaşmaya niyetli bir kitle yok. O her Mahler dediğinde Başbakan annesine küfredildiğini düşünüyordur. Aksine, yolculuğun başında melez olan Türkiye giderek Beyaz‘laşıyor, ayrışıyor. Aynı şekilde AK Türkiye de kendi içinde birleşiyor. Ruh haliyle, yaşam tarzıyla, beklentileriyle. Hayata bakışımız ve hayattan beklentilerimiz taban tabana zıt olan iki Türkiye birlikte yaşamaya mecbur mu?Sanki kasten eksik bırakılmış bir kitap Özkök‘ünki. Ben “Türklerle Kürtler bir arada yaşamalı mı?” tartışmasını açmış bir yazar olarak ondan “İslamcılarla Beyaz Türkler birlikte yaşamalı mı?” sorusunu da tartışmasını beklerdim. Bu gibi tezlerde kimin haklı çıkacağını zaman gösterecek, ama sonuçta bir bahis değil bu. Fakat bana kalırsa Türkiye’nin yakın geleceğinde yüzleşeceği gerçek melezleşme değil, ayrışma. Bugün ruhen ayrılan, kopan bir kitlenin, yarın öbür gün coğrafi kopuşu. Tıpkı Emir Kusturica‘- nın “Underground” filminin son sahnesindeki gibi ana karadan kopan bir parça. Bir Beyaz Türk’ün Hafıza Defteri, Ertuğrul Özkök. Doğan Kitap: Mart 2014, 340 sayfa
YANDAŞLARIN ALKOL SORUNU
Sarhoş gazeteci mi dediniz?
Geçenlerde Takvim Gazetesi Halk TV‘de masanın arkasında içki şişesi olduğu iddiasını manşete taşıdı. Düpedüz iftiraydı. Kendi genel yayın yönetmeninin özel hayatı ve kimliği hakkında iftira edilen bir gazetenin başkalarına bu kadar kolay iftira atması çok şaşırtıcı değil mi? İşin acıklı tarafı, sarhoş yayına çıkmak, içkiyi kaçırıp olay çıkarmak dendiğinde aklıma sadece yandaş gazeteciler geliyor.
Başbakan uyarmamış mıydı Sabah yazarı Emre Aköz‘ü az içsin diye. İsli viskiyi kaçırıp parmağını sallaya sallaya bir şeyler anlatmaya kalkıp Erdoğan‘ı delirtmişti. Peki gazeteciler.com‘un şu an arşivden uçan ama başka sitelerce alıntılanan haberindeki iddialara göre Sabah‘ın başındaki Erdal Şafak hanut gezide (masraflar Ali Ağaoğlu’ndan) Dubai‘ye gidip, uçakta içkiyi fazla kaçırıp, gümrükte olay çıkarmıştı.
Ağlayan patronu Erdoğan Demirören‘e “Ben içkiyi bıraktım, hükümeti çok seviyorum, beni Milliyet’in başına alın” diye yazılarında mesaj veren Reha Muhtar‘ın alkollü yayına çıktığı iddiası aylarca tartışılmadı mı?
Kısacası, sarhoş gazeteci arıyorsanız hükümet yandaşlarında daha çok
malzeme var.
AYIPLANAN ELİTLER
Ancak elit olmak, iyi eğitim almak, çok kitap okumak, bilgi sahibi olmak ne yazık ki son 12 yılda Türkiye’de utanılacak özelikler olmaya başladı. Daha doğrusu egemen kesim öyle baskıcı ve hoyrat davrandı ki, elitler kendilerini utanmaya, gizlemeye mahkum hissetti. Neredeyse saygıdan sindirildiler. Nasıl ki Amerika’da Çay Partisi adı altında orta sınıf-yarı eğitimli bir sınıf
siyasete damga vurmaya başladı, Rusya‘yı Alaska‘nın komşusu zanneden Sarah Palin gibi bir kadının bir ara ülkeyi yönetme
ihtimali doğdu, bu cehalet rüzgarından Türkiye de nasibini aldı: Türkiye‘nin
hayatında hiç kitap okumamış Başbakan‘ı Yiğit Bulut‘a danışıyor.
Bir yandaş gazetenin yazarı “Bunlar
Vanity Fair okur” diye saldırmıştı AKP’yi eleştiren köşe yazarlarına. Yabancı bir dergi okumak ne zaman saldırı unsuru oldu, şaşırmıştım. Gerçek ayıp cehaletken, bilgi
sahibi olmayı ayıp haline getirdiler. Hal böyleyken, cenazesinde Mahler çalınmasını isteyen, Marvel kahramanlarından,
“Venedik’te Ölüm”den, Günter Grass romanlarından bahseden Özkök kiminle nasıl bir melezleşme olabileceğini düşünüyor?
TÜRKİYE VE AIDS
Homoseksüellere Tanrı’nın gazabı
Geçen hafta HBO‘da AIDS krizinin ilk patlak verdiği günleri anlatan “The Normal Heart” oyununun film uyarlamasını izledim. En çarpıcı sahnelerin birinde “Sosyal hayatımız artık cenazeye gelmek oldu” diyordu karakterlerden biri.
Önce teker teker, sonra onlarca, sonra
yüzlerce arkadaşını kaybeden, hayatta kaldığı için kendini şanslı sayan eşcinsel hareketi nereden nereye geldi... “The Normal Heart”ın anlattığı aktivistlerin kararlılığı ve mücadelesi sayesinde bugün AIDS araştırmalarında epey yol kat edildi, HIV‘nin AIDS‘e dönüşmesinin yolu kapandı, HIV taşımak ölüm vizesi anlamına gelmemeye başladı.
Eşcinsel ya da heteroseksüel, hepimizin tarihi bu. Hepimiz bu tarihe hayatımızı borçluyuz.
Oyunda dönemin New York belediye başkanı Ed Koch‘a da gönderme var.
Kendisinin de eşcinsel olduğu tahmin edilen (hiç doğrulamadı ama hiç yalanlamadı da) Koch binlerce insan ölürken kılını bile kıpırdatmıyordu.
Ben bilmiyordum, Ertuğrul Özkök‘ün kitabından öğrendim, meğer 1985 yılında Bedrettin Dalan “AIDS homoseksüellere Tanrı’nın bir gazabıdır” demiş. Acaba hâlâ aynı fikirde midir? 1985’te Türkiye’de sadece üç adet AIDS/HIV vak’ası vardı. Geçen yıl 7 bin AIDS hastası var, dahası Türkiye gizli HIV taşıyıcısı ülkeler arasında üst sırada. Acaba İstanbul’un şimdiki belediye başkanı Kadir Topbaş 1985’teki selefinden farklı düşünüyor mudur?
İletişim: Bana Twitter, Facebook ve
Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.