Sevgili okuyucularım, Özel Kuvvetler eski Komutanı emekli Korgeneral Engin Alan Silivri’de Balyoz davasında yargılandı, 18 yıl hapis cezası aldı. Sonra 28 Şubat soruşturmasında da tutuklandı.
Evi ve ailesi Ankara’da. Şimdi Ankara’da başlayacak 28 Şubat davasını bekliyor. Alan Paşa dilekçe verdi, Silivri’den Ankara’da Sincan Özel Tip Cezaevi’ne getirildi. Biz de önceki gün Saygı Öztürk’le ona bir ziyarette bulunduk. Bunu yapmak için önce Adalet
Bakanlığı’ndan izin alınması gerekiyor. Açık görüş başvurumuzu yaptık, isteğimiz kabul edildi ve gittik. Neler konuştuğumuzu bugün Sözcü’de okuyacaksınız.
Ben bu yazımda sizlere sadece cezaevi izlenimlerini aktaracağım. Cezaevi arazisine girdiğimizde bizi ring seferi yapan bir otobüse bindirip Engin Paşa’nın yatmakta olduğu bloka götürdüler.
Cezaevi arazisine aracınızla girmek, ya da içeride yürümek yasak. Zaten yürümeye kalksanız gideceğiniz yeri bulamazsınız. Otobüs yolculuğumuz yaklaşık 10 dakika sürdü.
Çok büyük bir arazi... Her yerinde ayrı ayrı cezaevi blokları yükseliyor. Çevresinde yüksek duvarlar, nöbetçi kuleleri ve sensörlü dikenli tel yığınları.
Geceleri köpekler salınıyormuş.
Burası çok büyük bir alan. İçinde binalar, lojmanlar, tamirhaneler, çamaşırhane,
ambulanslar var.
Bir de hastanenin önünden geçtik. Orasının hastane olduğu, kapısındaki levhalardan anlaşılıyor. Yine dört tarafından çok yüksek duvarlar ve nöbetçi kulübeleri ile çevrili.
Dışarıdan bakıldığında, hastanenin sadece yüksek duvarlar ardındaki çatısı görünüyor.
HHH
Cep telefonlarımızı zaten
dışarıda, aracımızda
bırakmıştık. İçeri girerken ilk aramadan geçtik.
Kemer ve ayakkabılarımızı
çıkarmamız istendi, onlar aletten
ayrıca geçirildi. Üzerimizde metal ve yiyecek ne varsa bırakmamızı
söylediler.
Sonra bir elektronik alete
ellerimizi üç kez soktuk, avuç izimiz alındı.
İkinci arama noktasında kemer ve ayakkabılar yeniden çıkarıldı. Bu kez çakmak ve sigara soruldu. Bunlar da yasakmış, aletten geçmeden önce onları da bıraktık. (Sigara da
ötüyormuş.)
Cebimden iki küçük nane şekeri çıktı, emanete verdik. (İçeriye her türlü yiyecek içecek sokmak yasak.)
Ayrıca üzerimiz elle arandı.
Kimliklerimizi infaz memurları kayda
geçirdi. Sarı basın kartlarını ve üzerimizde sakıncalı ne varsa onlara -çıkarken almak üzere- bıraktık.
Ancak bu aşamada ben aletten geçerken yine öttüm!
Acaba kot pantolonumdaki fermuar ve metal düğmeler mi ötüyordu?
Üzerimde başka bir şey olup olmadığını sordular. Olmadığını söyleyince, bu kez başka bir yöntem uygulandı.
Öten alete yeniden soktular...
Ama bu kez talimat üzerine yarım
karışlık küçük adımlarla ve her adımda
durarak...
Böyle birkaç adım sonrasında ötme durdu ve aletten geçmiş olduk.
Ayakkabılarımızı yeniden giydik,
kemerlerimizi yeniden taktık.
Engin Paşa’ya imzalı bir kitabımı
götürmüştüm. Elden kitap vermek
yasakmış, “Biz veririz, önce eğitim
biriminden onay almamız gerekir” deyip alıkoydular.
HHH
Yanımıza verilen infaz koruma
memurlarıyla birlikte yine acayip demir turnikelerden geçtik, onların başında
avuç izlerimiz yine alındı, bize bir kart
verildi.
Artık hapishanenin içindeydik.
Koridorlarda yürüyoruz.
Her yer demir parmaklıklarla dolu...
Kapalı görüş odalarını, sadece cam
arkasından telefonla konuşma yapılabilen hücreleri ve avukat görüşme odalarını
geçtik...
Ve açık görüş odasına girdik.
Dışarı baktığınızda sadece demir
parmaklıklar ve küçük bir avlu
görüyorsunuz.
Tavanda, tam karşınızda bir kamera var. Konuştuklarınız ve görüntünüz kayda
alınıyor.
Açık görüş salonunda dört kişilik plastik masalar ve onların çevresinde yine plastik sandalyeler...
Bir seferde 15-20 ayrı grup oturabilir. Ziyaret saati herhalde bittiği için, içeride bizden başka kimse yoktu...
Bir de salonun öteki ucunda oturan, bizi gözleyen, belki dinleyen, ancak asla
tedirgin etmeyen, hatta çok yakınlık
gösteren görevliler.
HHH
Gazeteciyiz, Engin Alan’la sohbetimizi elbette yazmak için yapacaktık. Ancak üç saat boyunca ona sorduğumuz her
sorunun, verdiği her yanıtın aklımızda
kalması mümkün değildi.
Birazdan Engin Paşa getirildi. Sarıldık, öpüştük ve muhabbet başladı.
Ancak, içeri sokmak yasak olduğu için yanımızda kalem kağıt yoktu. Not
alamıyorduk. Bu durumda görevlilerden rica ettik:
“Mümkünse üstlerinizden izin
alın da, lütfen bize kalem kağıt
getirin.”
Doğrusu benim umudum yoktu. Ama
birazdan kağıt kalem getirildi ve rahatça not alabildik.
İçeride birkaç saatimiz geçmişti ama
görevlilerden bir uyarı gelmedi. Artık veda zamanıydı. Engin Paşa ile bir kez daha sarıldık, kucaklaştık.
Çıkışta aynı işlemler uygulandı.
Avuç izimizi yeniden verip dışarıya doğru yöneldik.
Üzerimizden alınan her şeyi geri verdiler.
Anahtarlık, bozuk paralar, kimliklerimiz ve benim iki küçük nane şekeri!
HHH
Sevgili okuyucularım, Sincan
Cezaevi’nde komutanlar dahil binlerce hükümlü ve tutuklu yatıyor...
Ve bunların her şeyi ile lacivert
üniformalı infaz koruma memurları
ilgileniyor.
Cezaevine adım attığımız andan itibaren -hiç abartmadan söylüyorum- belki 20 infaz koruma çeşitli aşamalarda yanımıza gelip içlerini döktüler.
Karşılarında iki gazeteciyi gördükleri için mutlu olmuşlardı ve sorunlarını anlatmaya başladılar.
“Bizi de yazın, bizi de gündeme
getirin” diyorlardı.
Hepsi dertli, hepsi sıkıntılıydı.
Belki inanmayacaksınız ama her biri, biz sormadan anlatıyordu.
Çoğu üniversite mezunu.
Başka iş bulamayınca sınava girmişler, ciddi bir eğitimden geçip bu göreve
atanmışlar.
Ayda ellerine ortalama iki bin lira geçiyor.
Fazla mesai ücreti sıfır.
Oysa gece gündüz görevdeler.
Tatil günü, bayram günleri, fazladan kaç saat çalıştıkları, anladığımız kadarıyla
devlet yetkililerini hiç ilgilendirmiyor. Şöyle diyorlardı:
“Burada binlerce hükümlü ve
tutuklu var. Ama bizim de onlardan bir farkımız yok. Burada bizler de tutukluyuz!”
Sanırım onların sorunları, Türkiye’deki tüm cezaevlerinde görevli olan
personelin de sorunlarıdır.
Sincan’da görevli infaz koruma
memurlarından çok yakın bir ilgi, hatta sevgi gördüğümüzü söyleyebilirim.
Çok düzgün, efendi, uygar insanlardı.
Bu yazdıklarımı Engin Paşa’ya sorduk, o da doğruladı.
Yarınki Sözcü’de onların sorunlarını da gündeme getireceğiz.
Bir cezaevi ziyareti işte böyle geçti!