6 Şubat 2023, saat 04:30...
Telefonu çaldı. Baktı, haber müdürü arıyordu. Hayatının en acı çağrısına cevap vereceğini bilmeden açtı telefonu. Kahramanmaraş’ta deprem olduğunu, hızlıca yola koyulması gerektiğini söylüyordu.
Aceleyle toparlandı. Henüz İstanbul’dan çıkmamıştı ki yine bir telefon geldi.
Bu kez ablası arıyor ve ‘Hatay yerle bir oldu...’ diyordu. Annesine ulaşamadığını anlatıyordu...
Hemen annesini aradı. Şebeke kesik kesik çalışıyor, cılız, güçlükle işitilen bir ses tonuyla konuşuyordu. Sadece ‘Deprem oldu, ben evde mahsur kaldım’ dediğini duyabildi.
Basınçla kapılar şişmiş, elektrikler kesilmiş, binadaki komşular kaçışmış, duvardan parçalar üzerine düşüyormuş. O an ne diyeceğini bilemedi. Canından çok sevdiği annesi çaresizdi, enkazın içinde tek başınaydı. Hat kesilince ona ulaşamadı bir daha... Ama kararını vermişti: Dünya yansa, anneciğine koşacak ve onu sıkıştığı yerden kurtaracaktı!..
Arkadan feryat figan sesler geliyordu...
★★★
Kameraman arkadaşıyla birlikte yolda hiç durmadan tam gaz gidiyorlardı.
Şans eseri 7. saatte annesinin evden salimen çıkarıldığı ve kurtarıldığı bilgisine ulaştı. Bir nebze olsun rahatlamıştı ama ya diğer akrabaları? Sevdikleri? Depreme sıcak yataklarında yakalanan hiç tanımadığı diğer masumlar? Analar, babalar, çocuklar...
Öylesine hızlı gittiler ki, akşam saatlerine yakın İskenderun’a ulaşmayı başardılar. Karşılaştıkları görüntü tek kelimeyle korkunçtu. Limandan gökyüzünü delen bir alev topu yükseliyordu. Yanan limandan çıkan kara dumanlar İskenderun’u sarmıştı.
★★★
İlçenin girişindeki Mete Aslan Bulvarı’na geldiklerinde arabadan, kendisini atarcasına indi. Aman Allah’ım, burası onun güzel İskenderun’u olamazdı. Çünkü küçük cennet enkaz yığını halindeydi..
Kalbi artık patlayacak gibi atıyordu, eli ayağı boşalmıştı.
Gördüğü manzara kıyametti, cehennemdi...
Sanki yer yarılmış, İskenderun içine girmişti.
Her yer enkazdı, her yer karanlıktı, insanlar kendilerinden geçmiş, gözyaşları ve feryatlarla koşuşturuyorlardı. Yıkılan binalar yolları kapatmıştı.
Zifiri karanlıkta enkazlardan yükselen alevler, İskenderun’u mahşer yerine çevirmişti...
★★★
Sağa sola koştururken şans eseri kuzeni Aynur’un içinde olduğu enkazı buldu.
Kim bilir ne durumdaydılar, çocuklarıyla birlikte nasıl dayanıyorlardı? Bunları bilememenin aczini yaşıyordu. Dikkatlice bakınca, binanın tuzla buz olduğunu fark etti. Ve o anda zihninde şimşekler çaktı: Acaba yaşıyorlar mıydı hâlâ?
Dualar ediyor, ‘Allah’ım, lütfen yaşat onları, bütün çaresizleri yaşat’ diye yalvarıyordu.
İliklerine kadar acılara gark oluyor, durmaksızın ağlıyordu.
★★★
Depremin üzerinden 16 saat geçmişti ancak; ne bir arama kurtarma ekibi, ne itfaiye, ne asker, ne de ambulans gelebilmişti. Sadece halktan gönüllüler vardı enkazların başında ve göçük altındakilerin yakınları. İlk kez yetkili kurumun 2 görevlisi geldi! Ama öylece durup bakmaktan başka bir şey yapamadılar. Çünkü enkaza müdahale edecek ekipmanları yoktu yanlarında!..
İlk canlı yayınını o an yaptı ve Hatay’a acilen kurtarma ekiplerinin gelmesi gerektiğini söyledi. Ama ne yazık ki hala hiçbir medya kuruluşunda Hatay’ın adı geçmiyordu. Oysa bir mahşer yaşanıyordu ve bundan kimsenin haberi yoktu. Kulaklar sağır, gözler kör olmuştu sanki. Herkes çaresizce bekliyordu ateşlerin başlarında. O da ateşlere yaklaşıyor ve utanarak ısınıyordu. Utanıyordu, çünkü canı kadar sevdikleri enkaz altında donuyorlardı!..
İlk canlı yayını bitip kamerayı kapatınca, onlarca insan yanına koştu.
‘Yardım iste kızım televizyondan, bebeğim enkazda, annem enkazda, yalvarırım yardım iste, bırakma bizi’ diye çaresizce ağlayan, elini tutan yaşlı teyzeler, gözyaşları sel olan hiç tanımadığı insanlar doluşmuştu çevresine...
★★★
Kararını vermişti. Acıyı kalbine gömdü, yaralarına tuz bastı ve devam etti yayınlara. Bunları yaparken de hem enkaz altındaki yakınlarına, hem de hiç tanımadığı insanlara söz verdi: ‘Sizi kurtaracağız, enkaz altında kalan herkesi kurtarmak için yayın yapacağız. Ama biz de ekipler gelinceye kadar güçlü durmalıyız. Tek kurtuluşumuz güçlü duruşumuzu sürdürmektir...’
★★★
Hatay günlerce elektriksiz ve susuz kaldı. O kadar çok enkaz vardı ki; anneannesinin yaşadığı bina hangisiydi, onu bile bulamıyordu!
Her sokaktan, her enkazdan canlı yayın yapmaya devam etti. Zira gördü ki bu iş umuda yolculuğa dönüşmüştü. Kamerayı, mikrofonu görenler, sesimiz duyuluyor diye enkaz başlarında daha bir umutla bekliyordu. Yayınların hemen ardından depremzedeler, ellerinde kazma-küreklerle enkaz temizlemeye çalışıyor, yolda ekiplerin geldiğini hayal ediyorlardı. “Geliyorlar, devam edin” deyip umut veriyordu hem kendisine, hem de onlara... Acıları ortaktı çünkü... Artık onların kırmızı montlu kızları, kardeşleri, ablaları, arkadaşları olmuştu. Hemşerileriydi. Kendi acılarını bazen kenara koyup, onları teselli ettiği de oluyordu, ağladığında hiç tanımadığı bir omuza başını yaslayıp sakinleştiği de...
★★★
GSM şebekesi o kadar sorunluydu ki; sosyal medyadan gelen imdat mesajlarını görmesi günler alıyordu! Acaba şebekenin çöküşü enkaz altında yaşama tutunmaya çalışan kişilerin de acı sonlarını getirmiş olabilir miydi? Belki iletişim kurulsa, en azından hangi odada olduklarını öğrenirdi yakınları, konumunu saptar ve kurtarabilirlerdi o kıymetli canları. Teknolojinin bu denli geliştiği çağda ilkelliği iliklerine kadar yaşıyordu depremzedeler.
Ve Hatay, her an biraz daha ölüyordu!..
Binlerce yıllık medeniyetlere ev sahipliği yapan bu şehir, acımasız müteahhitlere, sorumsuz yetkililere yenik düşmüştü. Neredeydi onlar? O imzaları atanlar? Bunlar yetmiyormuş gibi dev GSM şirketleri tarafından da çaresiz bırakılmıştı Hatay...
Motosiklet ile kucağında cenaze taşıyan da vardı, el arabasına iki cenazeyi üst üste koyup götüren de!.. Cenazeler beklemekten ne yazık ki kokmaya başlamıştı artık. Sahipsiz cenazeler üst üste atılmışlardı. Sanki artık kullanılmayan değersiz bir eşya gibiydiler... Can hangi ara bu kadar hiç olmuştu?
Cenaze başında nöbet tutan insanlar vardı kaybolmasın diye... Üzerine karton serilen bebekler... Cenazesini sarmak için battaniye dileniyordu bir bebeğin babası ağlayarak...
★★★
Bunca kabusun içinde daha ne kadar yıkılabilirim diye düşünürken paramparça olduğu o an geldi. Ailesi nihayet ilk cenazesine ulaştı; meleği Aynur’una. Abisi Kemal elleriyle kazmıştı enkazı günlerce. Ellerini başına koyup, diz çöktüğü o an, hayatı boyunca gözünün önünden gitmeyecekti. Ve hâlâ tek bir arama kurtarma ekibi yoktu enkazın üzerinde, yanı başında. Oysa İskenderun’un en merkezi yerlerinden biriydi Mete Aslan Bulvarı. Yol da açıktı... Peki neredeydi yardım edecekler?..
Günlerce halatlar taşıdılar, kürekleri sırtladılar ve kendi cenazelerini kendileri çıkardılar!
Sonra diğer yakın akrabalarının cenazelerine ulaşıldı. Onları defnedip yine dönüyordu canlı yayınlara. Geride henüz çocuk yaştakiler vardı çıkarılmayı bekleyen, son bir umutla...
Tek hissettiği, dermanı olmayan çaresizlikti.
★★★
72. saatte ilk kez asker gördü.Koştu yanlarına. Sarılmak istedi onlara. Çünkü sevdiklerini kurtaracaklardı. Ama yine sayıları çok azdı, hatta yok denecek kadardı. Dağılıp yardım etmeye başladılar, fakat yetişemiyorlardı her enkaza! Var olsunlar, yetersiz sayılarına rağmen o kadar çok canla başla çalıştılar ki o gencecik fidanlar. Umut oldular felaketzedelere. Yine de düşünmeden edemiyordu... Peki neden bu kadar geç kaldılar? Neredeydiler? Gelseler mutlaka görürdü. Çünkü hemen hemen her enkazda bir yakını vardı ve hepsini gezmişti. Yoktu asker!..
Ancak 4. günde Hatay’ın sesi duyuldu. Arama kurtarma, itfaiye ve ambulans ekipleri geldiler ama, yine sayı yeterli değildi!
Felaketin 11. gününe gelindiğinde ilk kez durdu. Artık göğsüne saplanan acıyla baş edemiyordu... Neresinden tutsa, elinizde kalıyordu çaresizlik... Bir an için düşündü ve kendine sordu: “Ben hangi acıyı yaşıyordum? Akrabalarımın, dostlarımın kaybı, hiç tanımadığım insanların enkaz başlarında yükselen yürek yakan sesleri, yol kenarlarında bekleyen cenazeler, hâlâ girilmemiş enkazların yanında nöbet tutup yardım isteyenler, köylerde telef olan hayvanlar, kayıp evcil hayvanlar, şehri yağmalayan yabancı uyruklu kişiler, kadim kenti terk etmek zorunda kalan gözü yaşlı Hataylılar, felaketi sosyal medya sirkine çevirenler... Ve daha da vahimi; bunca kahreden manzarada kendi ideolojileri uğruna kavga eden siyasiler... Hatay halkını deprem değil, en çok da yozlaşmış, hatta hiçleşmiş insanlık yıkmıştı...”
★★★
Yaşadıkları, tanık oldukları, iliklerine kadar işleyen çaresizlikle kalbini sıkıştırıp patlatmak üzereydi. Yuttuğu kelimelerin yumrusu göğsünü çok ağrıtıyordu artık. Dayanamıyordu. Evet afetti yaşanan ama savaştan farksızdı. Oysa savaşın bile bir adabı, yazılmamış yasaları vardı!..
Karar verdi artık geride duracak, yasını tutacaktı. 11. gün haber nöbetini devretti. Antakya’dan İskenderun’a dönerken ne o eski Gülnur”du, ne de bu kent!..
Hiçbir zaman da olmayacaktı...
Dayanamayıp haykırdı:
“Geri döneceğiz Hatay, bekle bizi...”
★★★
Evet değerli okurlarım;
Gülnur Saydam, korların dağladığı yüreğindeki yaraları unutarak, hem enkaz altında kurtarılmayı bekleyen yakınları, hem de hiç tanımadığı canlar için mahşer yerinden günlerce habercilik yaptı.
Enkaz başında bekleşenlerin umudu oldu. Arama-kurtarma ekiplerine Hatay’ın kahredici unutulmuşluğunu duyurdu. Geciken arama-kurtarma faaliyetleri nedeniyle en sevdiklerinin gözünün önünde yitip gitmelerine tanıklık etti.
Ama yıkılmadı, dayandı.
Kameranın önünde durdu.
Ta ki canlı sevgisiyle dolu o hassas yüreği ‘Artık yeter’ deyinceye kadar.
★★★
SÖZCÜ televizyonu muhabiri Gülnur Saydam şimdi de kameraman arkadaşı İlyas Yiğit’le acılarla dolu yüreğini ortaya koyarak, Suriye’den, ileride iletişim fakültelerinde ders olarak okutulacak müthiş yayınlar yapıyor.
İngilizce ve iyi Arapça bilen Gülnur, haftaya Çarşamba akşamı ARENA’ya konuk olacak ve Suriye’de yokluklar içinde geçen yaşamının yanı sıra tanıklık ettiği çarpıcı olayları ve iç savaşın dramatik yansımalarını anlatacak.
Kendisi gibi başarılı ve cesur habercilik örnekleri sergileyen İlknur Yağumli ve kameraman Onur Can Kankal’ı da içtenlikle kutluyor, ayaklarına taş değememesini diliyorum.