Ve o yüz hep tanıdık gelir. Çünkü ihanet içeriden bakar.

Yıl 1920. İşgal altındaki İstanbul’da, bir adam kâğıda eğilip imzasını attı. 

Sadrazam Damat Ferit Paşa... 

Bu toprakların en üst idare makamında oturuyordu. Ama kalbi İngiltere’nin, aklı Padişah’ın emrindeydi. 

Mustafa Kemal’in Anadolu’da başlattığı Milli Mücadele’ye “isyancı hareket” dedi ve buna karşı iç savaş başlattı.

Kuvayı Milliye’ye karşı kurşun değil, ferman hazırladı. 

Bir imza attı: 

“Bu adam durdurulmalıdır.” 

★★★

Ve hainlik böyle başladı: 

Silahla değil, yetkiyle. 

Damat Ferit, ordular kurdurdu. Paşa unvanı verdiği Ahmet Anzavur ile Balıkesir, Adapazarı’nda Kuvayi Milliye’ye saldırdı.  

Kendisine bağlı paralı kuvvet İnzibatiye (Hilafet Ordusu) İzmit’e yürüdü.  

Çok şükür ki hepsinde bozguna uğradı.  

★★★

Yetmedi, direnişi bastırmak için ‘Anadolu Fevkalade Müfettişliği’ kuruldu.  

Damat Ferit yalnızca imza atmadı, uygulayıcı da buldu.

Şeyhülislam Dürrizade’yi harekete geçirdi.

“Kuvvacıların katli vaciptir” diyerek fetvalar yayınlattı.

Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında gıyabi idam kararları çıkarıldı.  

★★★

O gün görevlendirilen isimlerden biri de, Harput (Elâzığ) Valisi Ali Galip Bey idi. 

Görevi; 

Sivas Kongresi’ni dağıtmak. 

Mustafa Kemal’i tutuklamak. 

Heyet-i Temsiliye’yi ortadan kaldırmaktı. 

Ali Galip, içeriden biriydi. 

Valiydi, Paşaydı, devlet görevlisi. 

Aynı dili konuşuyor, aynı sofrada oturuyordu. 

Ama taşıdığı emir, milletin değil, padişahın emriydi. 

Yolu Malatya üzerinden Sivas’a çevrildi. 

Kongreyi basacak, Mustafa Kemal’i alıp götürecekti. 

Ama plan deşifre oldu. 

Ali Galip, yakalanamadan kaçtı. 

Kaçarken her şeyi bırakıp gitti. 

Makamını, saygınlığını, adını... 

★★★

Bugün ne Damat Ferit’in adı anılır bir sokakta... 

Ne Ali Galip’in mezarına çiçek konur... 

Onlar ne düşmana karşı öldü,  

Ne de halkın duasında yaşadı.  

Çünkü hainliğin tarafı olmaz. 

Kıyafeti olur, selamı olur, makamı olur. 

Ama hep arkadandır. 

Ve bıçak sırtına saplandığında,  

Acı sadece kişiye değil, millete yayılır. 

★★★

Hain, düşman değildir. 

Düşman uzaktan gelir, hain yanı başından... 

Aynı sofraya oturur, aynı kelimeleri söyler. 

İçinde hep aynı ses yankılanır; “Ben haklıydım.”

Kimi emir alır, kimi kinle dolar... 

Hainler pişman olmaz,  

Kazanmak için değil, yıkmak için yürür. 

Ve en acısı: 

Her hain, kendini vatansever sanır. 

Tarihsel bir yükselişi, kişisel hesapla bölenlere söyleyeyim:  

Hainler hiçbir zaman iktidar olmaz... 

Çünkü onlar için ülke değil, kendileri vardır.  

İktidar değil, intikam.  

Ve tarih onları bağışlamaz. 

Ne bir sayfa ayırır,  

Ne de bir dua... 

Fıkra gibi...

1940’ların ortaları... Orhan Veli’yle Sait Faik’in işi gücü yoktur o sıralar. Beyoğlu’nda İstiklal’in girişinde, bugün büfelerin olduğu köşenin üzerindeki meşhur Eftalikus adlı kafenin geniş terasında meydanı izleyerek vakit öldürürler.

Her gün bir gazete alır, kahvenin köşesinde bulmaca çözerler. Ama bu bir süre sonra keyfi bir uğraştan öteye geçer. Aralarında sessiz bir iddiaya dönüşür. Bulmacayı önce bitiren, karşısındakine rakı ısmarlayacaktır.

Günler geçer, bardaklar dolar boşalır... Ama Sait Faik sürekli kaybeder. En sonunda dayanamayıp çıkışır: 

“Yahu, her gün aynı şey! Nasıl oluyorsa hep sen kazanıyorsun.” 

Orhan Veli, o kendine özgü sakinliğiyle gülümseyerek yanıtlar: 

“Çünkü bulmacayı ben hazırlıyorum.”  

★★★

Aslında bu hikâye, sadece iki yazarın düellosu değil; 1940’larda İstanbul’un sosyo-kültürel mozaiğinin, kahve kültürünün ve entelektüellerin estetiğinin minik bir yansıması...  

Çünkü bazı hikâyeler, sadece gülümsetmekle kalmaz; yaşanmış bir dönemi, bir şehri, bir ahlakı da üzerimize serper.