Osmanlı edebiyatında "Sanat sanat için mi, yoksa halk için mi?" tartışması, Tanzimat döneminin (1839-1876) ve sonrasının önemli bir düşünce ayrımını temsil eder. Tartışmanın nedeni edebiyatın amacının ne olduğu ve kime hitap etmesi gerektiğiyle ilgilidir.
Sanat sanat içindir görüşüne göre, sanatın ve edebiyatın eğitici ya da toplumsal bir işlevi olması gerekmez; önemli olan, sanat eserinin estetik değeridir ve yazarının entelektüel birikiminin göstergesi olmasıdır.
Sanatın ve edebiyatın toplumsal bir görevi olduğu; halkı eğitmek, bilgilendirmek veya sosyal sorunlara dikkat çekmek gibi bir işlevi olması gerekliliği göz ardı edilir.
***
Günümüze gelirsek; okuma-yazma alışkanlıkları ve eğitim düzeyi açısından ne yazık ki dünya ortalamasının çok gerisinde kalmış bir eğitim sistemimiz var. Kitap okuma oranları oldukça düşük, gazete okuma oranı her geçen gün düşmekte.
Bu yetersizlik, halkın büyük bir kesimini ifade güçlüğü çeken, okuduğunu ya da duyduğunu anlamakta zorlanan, olaylara eleştirisel bakamayan, doğru-sebep sonuç ilişkisi kuramayan kişiler haline getiriyor.
Bu tabloya rağmen, halkın anlamayacağı yabancı kökenli kelime ve kavramlar kullanan gazeteciler, medya çalışanları ve içerik üreticileri, toplumu aydınlatmak yerine daha da kafa karıştırıyorlar.
Örneğin, "liyakat," "lümpen," "spesifik," "nepotizm" gibi kelimeler özellikle gazete köşelerinde, sosyal medya mecralarında ve televizyonlarda sıkça duyuluyor. Ancak halkın çoğu bu kelimelerin anlamını bilmediği için söylemler yabancı ve anlamsız geliyor.
***
Hatta benim de yazılarımda defalarca kullandığım "liyakat" kelimesini kaç kişinin bildiğini merak edip, çevremdeki 30 kişiye sordum; sadece 5'i doğru cevap verebildi.
Bu durumda, halkın eğitim seviyesini göz ardı ederek, anlaşılır olmaktan ziyade entelektüel egoları tatmin etmeye çalışmak ve halkın anlamını bilmediği kelimeler kullanmak, iletilmek istenen haberin anlamını yitirmesine neden oluyor.
İnsanlar anlamadıkları şeyi ne okumak ne de duymak istiyor. Böylelikle söylemler, anlatılmak istenilenler sadece belirli ve sınırlı bir kitleye ulaşıyor. O kitle de zaten bildiği şeyleri tekrardan duymuş oluyor.
Büyük bir çoğunluğun anlamadığı bir dilde yazmak veya konuşmak halka seslenmek değildir; aksine halkı görmezden gelmektir.
***
Toplumun eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve okuma-yazma alışkanlıklarının geliştirilmesi kadar, medya dünyasının da halkın gerçek seviyesinin farkına varması; kendi dilini halkın seviyesine indirgemesi, özellikle yaşadığımız bu kritik dönemde çok önemli ve gereklidir.
Örneğin, Avrupa ve Amerika’da gazetelerin yazım dilini belirlenirken "okuma seviyesi" testleri yapılır. Bu testler, yazının kaçıncı sınıf seviyesine uygun olduğunu belirler. Bu tür testlerin sonuçlarına göre, gazetenin hedef kitlesine en uygun seviyede bir dil kullanılır.
Geniş kitlelere hitap eden gazeteler, genellikle 8-9’uncu sınıf seviyesine uygun bir dil seçerler. Bu, karmaşık cümle yapılarına yer vermeden, daha sade ve anlaşılır bir dille yazı yazmak anlamına gelir. Bizde sanırım bunun en fazla ilkokul 5’inci sınıf olması gerekiyor.
Gazetecilik; gerçeği halka ulaştırmak, toplumu aydınlatmak ve insanları bilinçlendirmek gibi bir görevi olan kutsal bir meslek. Bu görevi yerine getirirken, halkın anlamayacağı bir dilde konuşan yazarlar, gazeteciler ve haber spikerleri aslında en büyük ihaneti kendilerine yapıyorlar. Çünkü bir şeyi anlatmaya çalışmanın amacı sadece söylemek değil; karşı taraf tarafından doğru ve açık bir şekilde anlaşılmaktır.