20’inci yüzyılın en önemli dramaturglarından biri olan Odön Von Horvath’ın 1933 yılında, iki dünya savaşı arasında yazdığı 'Gidişler-Dönüşler’ eseri, kendi devrinin problemlerini anlatsa da aslında, diyaloglar günümüz dünyasına tıpatıp uyuyor: Öteki, ötekiler, seyircilerle yakınlaştırılıp, hayal etme mekanizmaları harekete sokuluyor. Halk komedyası türünden yola çıkan Horvath, bu oyunla, çok etkileyici ve şaşırtıcı bir masalı Kafka’vari bir kurguyla anlatırken, güncelliğiyle hayrete düşürüyor. İki ülke arasına atılmış tahtadan köhne bir köprü... İflas etmiş bir tüccara görevliler sınıra kadar eşlik etmekte... Hırdavat dükkanı sahibi, yalnız bir adam, elinde valizi, başında şapkası Ferdinand Havlicek, gece karanlığında, sınır dışı edilmekte... O ülkesi için artık ekonomik bir yük haline gelmiş... Doğduğu ama hiçbir zaman yaşamadığı ülkesine dönmeye davet edilmekte... Daha doğrusu zorlanmakta... Ama öbür ülkede kanunlar değişmiş... Beş yıllık bir süreçte oturduğu memleketteki konsolosluğa başvurup doğum belgesini almamışsa, vatandaşlık hakkını otomatik olarak kaybetmekte... Şansızlık... Elden bir şey gelmemekte... Zavallı Havlicek.. Vatansız... Sınır dışı edilmiş... Tahta köprünün üzerinden bir o ülkeye bir bu ülkeye gidip geliyor, derdine çare arıyor... Bir o tarafın yetkililerinin söylediklerini bu tarafa, bu taraftakilerin söylediklerini o tarafa taşıyarak, kan ter içinde, gidiş dönüşler yapıyor... Nafile, her iki tarafın yetkilileri de son derece kararlı... Ülkelerinin kanun ve kurallarını uyguluyor... Bu gidiş -gelişlerde, Havlicek köhne köprünün üstünde enteresan, renkli insanlara rastlıyor ve onlarla tanışıyor: Komplocu iki devlet başkanı, kaçakçılar, oltayla balık tutan garip bir adam ve karısı, pansiyonu iflas etmiş Mme Hanusch... Cehennemi bir mekanizma zinciri. Köprünün bir yakasından iflas ettiği için sınır dışı edilmiş olan Havlicek, diğer yakaya da kağıtları kurallara uygun olmadığı için kabul edilmemekte; doğduğu ülkeye giremediği için de bu tahta parçasının üzerinde, iki gümrük kapısı arasında gidip gelmek, geceleri köprünün üstünde uyumak zorunda kalan Havlicek, iki düşman yakada yaşayanların düzenine kargaşa getirse de, bir yandan da, bu insanların aralarında bir yakınlaşma bağı oluşturur. Bu insani ping-pong esnasında sürekli hapşıran Szamek ve Mrschitska adlarında iki gümrükçüyle tanışır. Szamek’in asi kızı Eve, köprünün öteki yakasında gümrük memuru olan genç Constantin’e sırılsıklam aşıktır. Eve, sürekli, babasını atlatıp karşıya geçmekte, Constantin ile gizli gizli buluşmakta, evlilik planları yapmakta... Constantin ile Eve birbirlerine mesajları Havlicek aracılığıyla yollamaktalar. Eve’nin babası Szamek ise yine Havlicek kanalıyla genç Constantin’e tehditkar mesajlar yollamakta... Pansiyonu iflasın eşliğinde olan Mme Hanush, müşterileri eğlendirebilecek bir erkek arayışında, Havlicek ile muhabbeti koyulaştıran Mme Hanosh’un, Havlicek’de gözü var... Birkaç yıl önce karısı ölmüş olan Havlicek de bu ilgiye kayıtsız değil... Günün büyük bölümünü köprünün üzerinde olta sallayarak geçiren emekli eğitmen ile karısı ise bir türlü balık yakalayamamakta... Fakir, evsiz barksız, yabancı, küçük şefler ya da sahtekar ve korkak devlet adamları, basit gibi görünseler de aslında hepsi tek tek çok insani, akla sığmayacak kadar tuhaf ve gülünç, aptal ve cömert bir o kadar da garipler... Tehlikeli iki kaçakçının yakalanmalarına sebep olan Havlicek, bir de tanınmamak için tedbil-i kıyafet ile dolaşan ve etrafı gizlice teftişe gelmiş devlet başkanı ile inanılması zor bir karşılaşma yaşar ve gerçeği ortaya çıkarınca küçük bir ikramiye kazanır ve doğduğu ama hiç tanımadığı ama tanımak için can attığı Mme Hanosh’un ülkesine bir izin belgesi almayı başarır. img_1458 Bu tahta köprü sembolik. 1933 yılında, bu tahta köprü Kuzey ile Güney arasındaki geçide, 2018 yılında Doğu ile Batı arasındaki köprüye bir gönderme. Mükemmel bir metafor. İki ülke arasındaki bu köprüde Horvath biz seyircilere, müzikle-eğlendirerek-mutlu sonu olan bir masal anlatıyor. Bu masalın içinde insanlıktan nasibini almamış karakterler, arıza tipler, çürümüş düzene körü körüne itaat eden kaba saba insanlar var; bu masalda uzun sessizlik anları düşündürürken, o sessizlik yankılanıp hikayeye bin bir anlam katmakta... Düzeni zerafetle eleştirebilme sanatı... Horvath’vari bir reçete... Neşeli bir gürültü patırtı, masum zararsız maceralar, bir cümle, bazen bir sessizlik ve sarsıcı bir mesaj... İşte hayal kırıklığının sanatı. Horvath, idari yönetimlerin suiistimalini, aşkı ,aileyi, dostluğu küçük küçük hikayelerle anlatırken, seyircisinin eğlenerek hayal etmesini sağlıyor. Verdiği ciddi mesajlarla, izleyiciyi gürültüden sessizliğe, kahkahadan ürpermeye geçirirken, herkesin kendi özüne bir ayna tutup kendine bakmasını ustalıkla beceriyor; seyircisini, yıldırım çarpmışçasına derinden sarsıyor. Eski devirde yaşamış bu yazarın kurnazca kurguladığı bu oyun, birebir bizim devrimizi anlatıyor. Hırvatistan’da doğan, Macar asıllı Horvath Münih’de yaşadı ve Alman dilinde düşünüp yazdı. Yirmiye yakın piyes yazmış olan Horvath’ın eserlerini 3. Reich Almanyası’nda, Nazi rejimi yasaklar ve onu sürgüne yollar, Amerika’ya iltica etmeye çalışırken, bir araba kazasında Paris’te hayatını kaybeder. Dekor çok minimal tasarlanmış. Tahtadan yapılmış üç el arabası oyundaki üç mekanı temsil ediyor: Nehrin sol kıyısı, köprü, nehrin sağ kıyısı. Karakterlerin içine bindiği ve oyuncuların ittiği bu el arabaları sık sık Havlicek’e çarpıyor ve onun geçmesini engelliyor. Öyle ki Havlicek sınır kapısına, köprüye kendisi gitmiyor; sınır kapısı, köprü ona geliyor. Bu seyyar dekor fiziki olarak sürekli onun yolunu kesiyor. En nihayet Havlicek, bu dekoru ele geçiriyor, inşa ediyor ve bir ayağını üstüne koyuyor. Yavaş yavaş üç el arabası birleşiyor, iç içe geçiyor, sonra ayrılıyor ve yeni mekanlar oluşturuyor. Parçalanan el arabaları tekrar kenetleniyor ve düşman karakterleri birleştiriyor. Köprü, eğitmen ile karısının balık tuttuğu hayali bir mekan. Oltanın ucundaki ampul, bu sıra dışı köprünün büyüsünü simgeliyor. Kostümler hiçbir devri, hiçbir ülkeyi çağrıştırmıyor. Bu kostümler kafa karıştırıyor: Neredeyiz? Hangi yüzyıldayız? Bu kostümler eski ile yeninin karışımı; kah o zamanın kah bu zamanın.... Müzik başrolde: Elektronik bir piyano, bir keman, bir akordeon, enstrüman çalan oyuncular sahne akışını takip ediyor. Ezio Bosso’dan uyarlanan iki parça, Jean Sibelius’ dan Opus 76, Rachmaninov’un İtalyan polkası oyunun müziğini oluşturuyor. Oyunu sahneye koyan Alain Batis, çeviriyi modernize ederek, 1933 yılında yazılmış bu tekstin güncelliğini, zamansız olduğunu, sınırlar, mülteciler, serbest dolaşım konularını, canlı bir reji ile anlatıyor. Bu oyunu, “Ceci n’est pas une tortue“ kumpanyası oynuyor. Sekiz kişilik enerjisi çok yüksek bir oyuncu ekibi 16 altı farklı karakteri mükemmel yorumluyor. Çok dakik, şiirsel, hayranlık uyandıran, parlak oyuncular. Paris’te, Cartoucherie’de Theatre de l’Epee de Bois Tiyatrosu’nda izlediğim bu oyun, bir buçuk saat boyunca seyirciye tam bir tiyatro ziyafeti sunuyor. Trajedi ile komedi arasında “sürgün"ün hikayesi.