10 Eylül 2018 tarihinde ABD’de kaybettiğimiz Türk Basını’nın unutulmaz portrelerinden Ali Gevgilili, basın mesleğine olduğu kadar düşünce ve ideoloji dünyamıza eşsiz katkılarda bulunmuş bir yazardı. Yaşamıma ve düşünce dünyama sevgi ile yaklaşarak büyük katkılarda bulunmuş olan yakın dostum ve biricik ağabeyim Ali Gevgilili hakkında 14 Ocak 2016 tarihinde Cağaloğlu’ndaki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi Burhan Felek Salonu’nda “Meslekte İz Bırakanlar” toplantılarının 16. buluşmasında (o esnada halen ABD’de yaşayan) Ali Gevgilili üzerine yaptığım konuşmanın metni bu yeri doldurulamaz olan gazeteci yazar hakkında önemli ayrıntıları sunmuştu. Aynen sunmak ve ona rahmet dilemek boynumuzun borcudur: Önce Ali Gevgilili’nin 31 Aralık 2016 Saat 12.30 da Facebook’a düşen mesajını sunmak istiyorum... 2016 VE SONRASININ TÜRKİYE'SİNE MERHABA “Özgürlükler, sadece bir yasal haklar dizisi değildir. Haklar ancak bütün olanaklarıyla kullanılıp uygulanabildiği ölçüde "somut" duruma geçebilirler. Bu, ayni zamanda düşüncelerin işlevsel bir niteliğe geçerek, yaşayan bir varlık olmasını sağlar. Türkiye son çözümde, yeni bir birleşimler ortamına gerek duyuyor. Önümüzdeki dönem daha ileri demokratik çözümlerle yepyeni bir toplumsal barış sürecinin ufuklarını açsın. Yarının güzel Türkiye'sine şimdiden merhabalar! Ali Gevgilili…” Her zaman insancıl ve iyimser görüşlü olan Ali Gevgilili’ye, biz de buradan merhaba diyoruz. Ve 14 Ocak olan doğum gününü kutluyoruz. Öncelikle vurgulamak isterim ki, Ali Gevgilili ağabeyim ile birbirimizi sımsıkı ama sımsıkı, hala üç günde bir olmak üzere internet üzerinden bizi birbirimize bağlayan ilk ve en önemli şey, şehir sevgisi yani İzmir tutkusudur, özlemidir, aşkıdır… Ali Gevgilili, öncelikle bir İzmir çocuğudur… Ben konuya buradan girmek istiyorum. Biz, İzmir sevgisinde nasıl bir araya geldik? 1-ali-gevgilili ALİ GEVGİLİLİ’Yİ NASIL TANIDIM? Abdi İpekçi merhumun kaybedilmesinden az sonra Eczacıbaşı Vakfı’nda üstün bir gayretle çalışmaya başlayan Ali Gevgilili ile beni, bir İzmir projesi bir araya getirmişti. Emre Kongar hocamın Nejat ve Şakir Eczacıbaşı’na beni önermesi üzerine, Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın yaşamını, eski İzmir’in tarihi içinde yazılması görevini aldım. Eczacıbaşı İlaç Fabrikası’na 1981 yılında ilk gidişimde, daha önce Milliyet’teki yazılarından takip ettiğim, benim 1972 yılında Şehit Gazeteci Hasan Tahsin üzerine yazdığım bir yazımın Milliyet’te yayınlanmasından sonra mektuplaştığım Ali Gevgilili ile tanıştırıldım. Üstelik orada beni bir sürpriz de bekliyordu. O tarihten 15 yıl önce bir genç üniversite öğrencisi olarak Babıali’de yanında çalıştığım ve ilk yayınlanacak yazılarımı sunduğum Akşam gazetesi gece yazı işleri müdürüm rahmetli Bilgin Peremeci de, Eczacıbaşı’nda Basın Müdürü olarak görev yapmaktaydı. Ali Gevgilili ve Bilgin Peremeci bu kitabı yazabilmem için beni olağanüstü bir şefkatle yüreklendirdiler. Ve her an danıştığım ve feyz aldığım Ali Gevgilili’nin usta ve müşfik yönetiminde konuyu araştıracak ve bir yıl boyunca kitabı İzmir’deki evimde kaleme alacaktım. İki yıl sonra kitap, “Bir Kent Bir İnsan (Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın Yaşamı ve İzmir’in Son yüzyılı)” ismiyle kitapçı raflarında yerini aldı. Görev tamamlanmıştı. 1980’li yıllarda İzmir üzerine kitaplar hayli azdı, bu kitap akademik ve popüler alanlarda büyük bir boşluğu doldurdu. Bu benim dördüncü kitabımdı, sevincim sonsuzdu ancak en önemlisi eşsiz bir İzmir tutkunu bir ağabeyim olmuştu. Sekiz adet ağabeyi ve ablası düşük veya doğumdan hemen sonra ölen, bu yüzden annemin son hamileliğinde ismi “Yaşar” olarak kararlaştırılan ve tüm çocukluğu boyunca Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın İzmir Şifa Eczanesi ürünü kuvvet şurup ve macunları, balıkyağları, vitamin hapları ve kalsiyum iğneleriyle yaşatılan ve büyütülen bir çocuğun, artık ona, İzmir’in tarihinde yol gösterecek bir ağabeyi vardı. Bu çok muazzam bir kazanımdı benim için… Bu yolda İzmir tarihçisi ve kültür araştırmacısı oldum. 35 yıldır hiç kesintisiz devam ediyor bu ağabeylik. Hala üç günde bir, ama haftada mutlaka bir kez, internet üzerinden her konuda tarih, kültür sanat, güncel siyasal olaylar, insani temenniler üzerine yazışıyoruz ve haberleşiyoruz. Bu yıllarca süren yazışmaların çıktıları, çok kalın iki üç kitap oldu şimdiden. ALİ GEVGİLİLİ’NİN İZMİR TUTKUSU Peki… Ali Gevgilili’nin eşsiz İzmir tutkusunu nereye koyacağız?... Çok güzel bir yere yerleştireceğiz. Şöyle ki; Size önce İzmir Altıları’nı anlatmalıyım. İZMİR ALTILARI… Doğum tarihlerine göre şöyledir: Samim Kocagöz : 1916 – 1993 Salah Birsel : 1919 – 1999 Necati Cumalı : 1921 – 2001 Attila İlhan : 1925 – 2005 Şükran Kurdakul : 1927 – 2004 Tarık Dursun : 1931 - 2015 1936 yılında İzmir’de doğan Ali Gevgilili, bu şehirde yetişirken, eğitim alırken, gençlik yıllarını kovalarken işte bu büyük edebiyatçılar bu şehirde yaşıyorlar ve üretiyorlardı. Bunların oluşturduğu bir kültür okyanusu vardı. Yalnız onlar mı?... Yazar Halikarnas Balıkçısı, öykücü ve romancı Kemal Bilbaşar, şair Nahit Ulvi Akgün, şair Berin Taşan, şair ve eleştirmen Turgay Gönenç, yazar ve yayıncı Besim Akımsar, daha sonra İstanbul Işık lisesi müdürü olan eğitimci Sacit Öncel, felsefeci ve edebiyat tarihi yazarı Ziya Somar, yazar ve filozof Asım Kültür, yüzlerce ilerici eğitimci bu kültür okyanusunun seçkin üyeleriydi. Şükran Kurdakul, bu ortamı yazılarında pek güzel anlatmıştır. Ali Gevgilili’nin etkilendiği bu isimler ikinci kuşak İzmir aydınlarıydı. 2-ali-gevgilili-ve-yasar-aksoy Peki, “Birinci Kuşak” kimlerden oluşuyordu? Osmanlıya dönelim hemen. Halit Ziya Uşaklıgil, Tevfik Nevzat, Uşşakizade Süleyman Tevfik, Tokadizade Şekip, Şair Eşref, Türkçü Necip, bir süre İzmir’de yaşayan Ahmet Haşim, onlarca hürriyetçi şair, sayısız Bektaşi şairi, şehrin ilk Müslüman ressamı Fuad Mensi… Bunlar istibdata karşı direnen özgüklükçü İzmirli Jön – Türk aydınlarıydı. Başta şair Tevfik Nevzat olmak üzere çoğu idam edildi, sürgün edildi, Uşşakizade Süleyman Tevfik ve Tokadizade Şekip ise intihar ettiler. Ama bu aydınların yaratığı kültür ortamı, cumhuriyette ikinci kuşak İzmir aydınlarını yarattı. Ali Gevgilili’nin en ince ayrıntılarına kadar eserlerini ve hayat hikayelerini bildiği aydınlar işte bunlardır. Yani İstanbul’da ünlenen ve Milliyet gazetesinin Abdi İpekçi’nin hemen yanıbaşında simge kalemlerinden Gazeteci ve yazar Ali Gevgilili’nin bir kültür mayası vardı. O da İzmir’dir… Gel de şimdi İlhan Berk’i hatırlama. Ne demişti? “Her yazarın ve edebiyatçının bir döl yatağı vardır, bu da onu yetiştiren, doğup büyüdüğü şehrin veya köyün kaldırımlarıdır, insanlarıdır, havasıdır, suyudur…” Demek ki, Ali Gevgilili’yi akademik olarak bir analize tabi tutarken, (1) İzmir tutkusu, (2) gazeteci ve yazarlığı, (3) kitapları, (4) en sonunda kişiliği şeklinde kategorik bir sınıflandırma yaparsak, onun İzmir tutkusunu en başta anlatmış oluyoruz. ALİ GEVGİLİLİ’NİN GAZETECİ VE YAZARLIĞI Şimdi gelelim gazeteci ve yazarlığına: Ali Gevgilili’nin gazeteciliği denince, onun gazetecilik serüveninin kaptanı olan Abdi İpekçi merhumun bu genç gazeteciye sağladığı fikri ve mesleki destekten mutlaka söz etmemiz gerek. Abdi İpekçi, genç gazeteci Ali Gevgilili’yi etkilemiş yönlendirmiş, desteklemiş ve doğal ki Milliyet’in genel yönetmeni olarak yönetmiştir. Bu nokta çok önemlidir. Şimdi, 8 Haziran 1982 tarihli Cumhuriyet’in 5.ci sayfasını arşivimden çıkarıp şimdi masaya getiriyorum. Bu sayfada, tam sayfa olarak “Abdi İpekçi’nin Yazdıkları Yeniden Okunmalı” şeklinde bir manşetin altında Doğan Hızlan imzalı bir söyleşi var. Fotoğraftaki masanın bir köşesinde Ali Gevgilili öteki köşesinde Doğan Hızlan oturmakta. Masanın ortasında ise Nükhet ve Sibel İpekçi yer almışlar. Merhum Abdi İpekçi’nin vefatından sonra yayınlanmış olan ve Milliyet’te 1965 ile 1979 arasında “Durum” başlığı altında yazılan yazılarını sergileyen “Barış, Demokrasi, Özgürlük” kitabı üzerinde söyleşiyorlar. Bu söyleşide zaman zaman Doğan Hızlan, zaman zaman Ali Gevgilili, İpekçi ailesine sorular soruyor. Bazen de Doğan Hızlan usta işi sorularını Ali Gevgilili’ye yöneltiyor. Bu söyleşide Ali Gevgilili, gazeteciliğinin ve fikri yapısının temel dayanak noktası olan ustası Abdi İpekçi’yi şöyle anlatmakta. “- İpekçi’nin iki temel niteliği vardı. Ölçü ve denge… Bu anlamda günlük akıntılarla uzlaşan bir fırsatçılığın değil, yanıltıcı görüntülere kendisini koyvermeyen bir insan davranışının simgesidir. Abdi İpekçi, Türk basınının en olumlu yazarlarından birisidir. Türkiye basınının yaklaşık son 20 yıllık döneminde Abdi İpekçi’yi anmadan bir düşünce değerlendirilmesi yapmak gerçekten çok zordur. “Durum” adıyla yayınladığı başyazılarda toplumun her gün en güncel sorununa toplumun tüm kesimlerinin anlayacağı bir dille eğilmek amacını taşırdı. Bu, “Durum” köşesini Türkiye’yi sürekli izleyen bir fenere, bir ışıldağa döndürmüştü. Bu nedenle Abdi İpekçi’nin düşünce yaşamının çok boyutlu olduğunu vurgulamak gerekiyor. Kitabının ilk cildinin “Barış, Demokrasi, Özgürlük” adını taşıması, bir bakıma onun ana düşüncelerini yansıtır bir niteliktir. Çünkü Abdi İpekçi, o üç ana kavramı, yaptığı değerlendirmelerinde adeta çeki taşı saymıştır. Bunlar, “neden – sonuç” bağlantıları olan üç kavramdır. İpekçi, son aşamada bu üç kavramın bir arada gerçekleştiği bir Türkiye’yi düşünmekteydi. Dolayısı ile yaşanan her günün olayı, daha genelde bütün Türkiye’nin tarihi gelişimi, bu ana perspektif içinde değerlendirilmişti. Abdi İpekçi’nin dünya görüşünün özde çok geniş bir demokrasiye, özgürlük ve barış sentezine dayandığını söylemek gerekir. Bu tabusuz, kıyısız, köşesiz, ön yargısız bir demokrasidir. Alışılmış kabuğun ötesinde bir sentezdir, çünkü geleceği de gözetir. Abdi İpekçi’nin yazar olarak büyüklüğü, yalnız bugün için değil, uzun süreli geleceği de düşünerek yazmış olmasındadır.” Şimdi burada Abdi İpekçi’nin gazeteciliği ile yazarlığını avuçlayan dünya görüşü hakkında Ali Gevgilili ne söylemiş ise, ben de Ali Gevgilili’nin gazeteciliği ile yazarlığını kucaklayan dünya görüşü için tıpatıp benzer şeyler söylemek durumundayım. Yani Milliyet gazetesinde bir dönem Abdi İpekçi’nin “Durum” başlıklı başyazıları ile Ali Gevgilili’nin gazetenin ikinci sayfasındaki “Düşünce Alanı” sütununda gerçekleştirdiği ekonomi, politika, kültür ve sanat söyleşileri ile gazetenin arka sayfalarında “Günlük” başlığı ile yayınlanan ekonomi ve politika ağırlıklı ve küresel uzanımlı düşünce yazıları, Türkiye Basın Tarihi’nde benzersiz biçimde iki yazarın düşünce ve mesleki eylem beraberliğini vurgulamaktadır. Böyle bir ciddi ve ilerici beraberlik, bir daha basınımızda hayat bulmamıştır. Dönün bakın şimdi basın yaşamına ne dediğimi daha iyi anlıyorsunuz zaten. Ali Gevgilili’nin “Günlük” başlığı altında yayınlanan yazılarının bir başka önemi ise, bu yazıların hemen hemen tümünün, uzun ömürlü ve doğru öngörülü olmasıdır. Bana bu konuda bir örnek ver derseniz, tek örnekle yetineyim isterseniz. 12 Temmuz 1979 tarihli yazı, “2000’in Dünyası ve Türkiye” başlığını taşıyor. Yazıyı baştan sona size okumak isterdim, ama vaktinizi almayayım, yazıyı fotokopi ettim, isteyen görevli arkadaştan edinebilir. Ama bu yazıya kısaca değineyim. Yazının tarihi 1979. Yani 2000 yılına daha 21 yıl varken, Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloğu’nun yıkılmasına daha 10 yıl varken yayınlanmış. Yazısında 2000’li yani günümüzün dünyasının gerçeklerini ve küresel patlama yapan Uzakdoğu ve Japonya ve hele hele Kızıl Çin dahil siyasal, ekonomik ve ideolojik yepyeni dinamikleri, 35 yıl önceden böylesine bir ileri görüşlülükle yazabilen Ali Gevgilili’nin hemen her yazısında güncel durumun saptanması ile geleceğin olası parametrelerinin verilmesi iç içe geçmiş bir şekilde okuyucuya sunulmuştur. ALİ GEVGİLİLİ’NİN KİTAPLARI İlk kitabı, “Atatürkçü Dış Politika, NATO ve TÜRKİYE” dir Nisan 1968’de Gerçek Yayınevi tarafından basılan ve Ali Halil ismiyle yayınlanan ve baştan sona Soğuk Savaş ve Emperyalizm eleştirisi ile donanmış olan bu kitap, beş bölümden oluşur. İlk bölümde Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Türkiyesi’nin dış politikaları, ikinci bölümde Atatürk döneminden Truman doktrinine kadar uzanan yıllardaki Emperyalizmin ülkemiz üzerindeki korkunç oyunları ele alınır. Üçüncü bölümde NATO sorunsalı ve bu örgüte Türkiye’nin nasıl gözü kapalı koşa koşa girdiği hikaye edilir. Dördüncü bölüm, NATO’ya giriş sonrasında Türkiye’nin uydulaştırılmasının, dış politika, ulusal savunma, ekonomi ve öteki alanlardaki çürük bilançosunu kapsar. Son bölüm yazara göre Atatürkçü geleneğin büyük aydınlığı içinde, önümüzde kurulmakta olan yeni dünyayı, Türkiye’nin bu dünyadaki yerini ve NATO’nu sonunu araştırmaktadır. Mayıs 68 tarihi olaylarından tam 1 ay önce yayınlanan ve hemen edindiğim ve 68 olayları süresince okuduğum, derhal üniversiteli arkadaşlarıma okuttuğum bu kitap, Ali Gevgilili tarafından babası Ali Halil’in ismiyle topluma armağan edilmiştir. Kitap hala geçerliliğini korumaktadır. Kitabın ön kapağında sunulan Atatürk’ten bir alıntı, 2016 Türkiyesi’nin ana ve güncel gerçeklerinden birine vurgu yapmaktadır. Kitabın ön kapağını okuyalım: “Dünyanın gelecek inkişaflarında biz Rus milletinden değil, Rus milleti bizden hazer etmese (yani çekinmese) yeridir. Belki gün gelecektir ki, bizim topraklarımızdan Rus düşmanı bir milletin ordusu oraya doğru yürümek tasavvurunu aklından geçirecek, fakat karşısında bizim fiili vetomuzu bulacaktır. Türkiye’nin müstakil milli siyasetini, Rusya’nın bir nevi diktası gibi göstermek temayülünü izhar eden gafillere bunu, sefir cenapları münasip bir şekilde hatırlatınız.” İşte bu kitabın, “NATO ve Türkiye” kitabının önsözünde yer alan bir parağraf ise, Ali Gevgilili’nin bu tarihten sonra basılan diğer kitaplarının da ana yörüngesini çizmiştir. Oradaki cümleler ise şöyledir. “Türkiye, tarihinin yeni bir dönüm noktasındadır. Şimdi bütün bir ulus, Atatürk’ü çıkarıldığı efsane kişiliğinden, yaşanan günün gerçeğine indirmek, ondan bugün ve yarın adına yeni ışıklar, yeni değerler elde etmek çabasındadır. Zira Türkiye, Ulusal Kurtuluş Savaş’ından yarım yüzyıl sonra yeniden Mustafa Kemal öncesinin karanlık, sisli günlerine dönmüştür. Doğruluğunu tarih önünde ispatlayan ve bütün bir mazlum milletler yığınının ilk kurtuluş ışığını yakan Atatürkçü gelenek, inanılmaz şeyler söylenebilen böyle bir ortamda, elbette gerçek yurtseverlere unuttukları geçmişi, onun ilkelerini hatırlatacak ve yeni bir kurtuluşun yollarını ışıl ışıl aydınlatacaktır.” Bu cümleler, Ali Gevgilili’nin arka arkaya basılan diğer kitaplarının ana fikirsel omurgasını oluşturmuştur. Yani, önce 1973’te daha sonra 1989’da Bağlam Yayınları’nca basılan “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar” kitabı, bu çizginin yeni bir uzanımıdır. Sevgili Ali Gevgilili, bu kitabını bana “Çok daha yaşanılası yarınlar için” diye imzalamıştı. Yine, 1973’te Milliyet Yayınlarından çıkan “Tarım Toplumundan Sanayi Toplumuna Geçiş Aşaması, Türkiye’de 1971 Rejimi” kitabı, çürük ve dışa bağımlı kapitalistleşme süreci içinde cici demokrasi kesimi ile askeri dikta ve vesayet kesimi arasındaki kısır ve kırıcı kavgaları belgelemektedir. Yine ilk baskısı Eylül 1981’de ikinci baskısı 1990’da Bağlam Yayınları’nca gerçekleştirilmiş olan ve ülkedeki sivil toplum ve özgür basın özlemini yansıtan “Türkiye’de Yenileşme Düşüncesi, Sivil Toplum, Basın ve Atatürk” kitabı da aynı omurga üzerinde kaleme alınmıştır. Ali Gevgilili, bu kitabı bana armağan ederken “Düşünceler, tarihi de aşıyorlar” diye imzalamış. Yine 1945’ten 1973’te uzanan tarihimizin en çalkantılı dönemlerinden birini aydınlığa çıkaran ve 1981’de Altın Kitaplarca basılan, yaşanmış bir dostluğun anısı için aziz Abdi İpekçi’ye armağan edilen “Yükseliş ve Düşüş” kitabı, bir başyapıt olarak kütüphanemizde başköşededir. Türkiye’nin yaşama ve varolma savaşımlarını bir yükseliş ve düşüşler zinciri olarak önümüze getiren Ali Gevgilili, bu kitabı bana armağan ederken “Türkiye’nin sürekli yükseliş çağlarına da tanık olmak dileği ile” diyerek imzalamıştı. Ve nihayet 1989’da Bağlam Yayınları’nca basılan Çağını Sorgulayan Sinema” kitabında sinema aşığı Ali Gevgilili, sessiz ve sesli sinema dönemlerinde sinema sanatının varoluş öyküsünü bize sunarken bu sinema sosyolojisi araştırmasında çağın savaşçı ve baskıcı simsiyah karelerine bembeyaz eşitlikçi ve özgürlükçü yaklaşımlarla karşı çıkmakta ve siyah-beyaz günlerinden renkli günlerine uzanan sinemanın hayli nostaljik ve gerçekçi bir yorumunu bize armağan etmektedir. Bu kitabını da bana armağan ederken, şimdi belki ağlayacağım bir cümleyi bana imzalayarak sunmuştu. O da şudur: “Sinema, İzmir’in en güzel gecelerinde vardı”. Bu ithaf karşısında şimdi ağlamamak elde midir?... Evet… Ali Gevgilili kitaplarının toplamı budur... ALİ GEVGİLİLİ’NİN KİŞİLİĞİ Şimdi gelelim kişiliğine, insanlığına: İnsancıl, kibar, zarif, çok değerli, saygın, seçkin daha bir çok onurlu sıfatlar onun için az biledir… Belki de en önemli özelliğini sona bıraktım.. Bu ancak, bana göre bir özelliktir, yalnızca benim için geçerlidir. Bu özelliğinden de kendisine hiç söz etmedim… Onu da şimdi anlatacağım. Bu bölümü anlatmak için Ali Gevgilili değil, Gevgilili Ali Bey şeklinde bir portre çizmek istiyorum. Hani, bir “Doktor Münir” vardır, bilir misiniz, hatırlar mısınız? Hani, önceleri Jön – Türklerin, daha sonra silahşör ve isyankar İttihatçıların İstanbul’un uzak bir köşesindeki köşkünde onu ziyaret ettikleri karanlık günlerde, bu radikal insanlara dünya ahvalini, imparatorluğun acınası gerçeklerini anlatan, çevresindeki genç devrimci insanlara zaman zaman ironi yüklü anlatımlarla tevazu, sabır, soğukkanlılık, düşünme yeteneği ve analiz etme becerisi sunan, saatlerce ve saatlerce devrimcilere zeka reçeteleri sunan Doktor Münir’ü hatırlayan var mı? Kemal Tahir’in Doktor Münir’inden söz ediyorum. Hani Yorgun Savaşçı romanındaki… Roman kahramanı eski ittihatçı ve sonradan kuvayı milliyeci ve ateşli yurtsever Cehennem TopçuCemil’e sürekli nasihatleriyle onu bir heykeltraş gibi yontan Doktor Münir’ü hiç unutmamışımdır. Cehennem Topçu Cemil, gerçek bir roman kahramanıydı, Cemil Yurdoğlu idi ve anılarından bu roman Kemal Tahir tarafından yazılmıştı. Ancak Doktor Münir hayali, kurmaca bir kahramandı. Üniversite yıllarımda okuduğum bu romanın sonunda acaba hayatımda Doktor Münir gibi insanlarla tanışma şansım olacak mı, diye acı acı düşünmüştüm. En ateşli siyasal konularda soğukkanlılık, evrensel bilinç, demokrasi, barış ve özgürlük önerebilen, akılcı üslup ve düşüncesini insancıl bir ufukta yorumlayabilen, böyle roman kahramanlarına taa Tanzimat’tan şimdiki Saray yönetimi dönemine kadar gerçek hayatta hiç mi gereksinmemiz olmadı?... Oysa böylesine ilerici Doktor Münir’lere ne kadar çok gereksinmemiz vardı. Hemen her konuda, her ortamda… Ben artık yazmakta olduğum bir kurtuluş savaşı romanında Gevgilili Ali Bey’i olarak yansıtmakta olduğum sevgili Ali ağabeyi, ilk tanıdığım zaman, sonraki her karşılaşmamızda, hala internetten haftada bir haberleşirken, inanın bana karşımda Doktor Münir var sanmaktayım. Gevgilili Ali Bey’in, bana Yahya Kemal’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Cemil Meriç’i, hatta hatta Matmazel Noralya’nın yazarı Peyami Sefa’yı anlattığı günleri, saatleri dün gibi hatırlıyorum. Ne diyordu?.. “Bu toprakların üzerindeki bilgi ve kültür birikiminin tümünü bilmeliyiz, hiç yüksünmeden sağ sol demeden okumalı, anlamalı, yorumlamalı ve insancıl, ilerici, sivil toplumcu sentezler üretmeliyiz” demişti. Nerede ne zaman demişti?... Burgaz adada bir akşamüstü sevgili eşi Emel ablanın sofrasında demişti, üstüne basa basa… Sait Faik’in adasında Gevgilili Ali Bey ile Sait Faik’i konuşmanın tadına doyum olmaz saatleriydi onlar. Sanki tüyler ürpertici bir roman içindeydik ve Sait Faik yanı başımızdaydı, o zamanlar genç bir kız olan “Düş İzi, New York Çıkmazları, Okyanus Yolculukları” isimli şiir kitaplarının yaratıcısı büyük kızı şair Elif, belki o günü hatırlar. Masamızın çevresinde dolanan Aslı ve Halil çok küçüktüler… Gevgilili Ali Bey, bir yönüyle Yahya Kemal, bir yönüyle Nazım Hikmet’tir, ama yine bir yönüyle Hilmi Yavuz ise bir yönüyle Emre Kongar’dır, bir yönüyle Ahmet Hamdi Tanpınar ve Attila İlhan ise, bir yönüyle Andre Malroux’dur, Aragon’dur, Brecht’tir, Kafka’dır, Dostoyevski’dir, Tolstoy’dur, Çehov’dur. İlya Ehrenburg’tur veya Hemingvay’dir… Virginia Wolf’tur… Bir yönüyle Hacı Arif Bey ve Münir Nureddin ise, öbür yönüyle Mozart ve Beethoven’dir. Bir yönüyle Şeker Ahmet Paşa ve Bedri Rahmi Eyüboğlu ise, öbür yönüyle Picasso, Van Gogh ve Moris Chagall’dır. Dünyanın tüm kültür mirasını, yani böylesine muazzam bir kutlu yükü beyninde taşıyan kaç kişi tanıdın 70 yıllık hayatında diye bana sorarsanız, duraksarım ve susarım belki. Latinve bir söz vardır. “İnsanlık, kibir ve azametten sakınmalıdır” der. Kibir ve azametin zerresine taşımayan tek insan olarak gördüğüm Gevgilili Ali Bey’e selamlarımı sunuyorum. Gevgilili Ali Bey’i,1985’te Burgaz adasındaki evlerine yaptığım ziyaretin anılarıyla dopdolu olan ve kendine ithaf ettiğim “Burgaz” şiirimle selamlayarak sözlerimi bitirmek istiyorum… BURGAZ – Ali Gevgilili’ye üç dervişi var Burgaz’ın iskelesinden inince hemencecik koluna giriverir gölgeleri oturdun mu hasır koltuğuna tepedeki evinde sait faik’in ada vapuru kaçıp gitsin artık yalınayak pek pasaklıdır sokakta şarkılar mırıldanır madam lulu akşam imparatorluk tuvaletiyle pera’da konserde ata yadigarı bir sevgili ararsan canımın içi burgaz’da bekler seni ali gevgilili merhaba tüm balıkçılar merhaba hikayesi bitmez şu kalpazankaya’nın dirilir eski aşklar ve dostluklar, çıkılır güzelim mehtaba. Ne yazık ki kaybettiğimiz bu büyük hümanist insan, 16 Eylül 2018 Pazar günü Bebek Camiinde kılınacak cenaze namazından sonra çok çok sevdiği Burgaz adasına defnedilecektir. Huzura erecektir.. Vefat ilanındaki şu cümleler her şeyi özetler: “Okyanustu Gökyüzüydü Güneş oldu şimdi Bilgeliği, gönlü ve gücüyle Bizleri aydınlatmaya Aşkla, ışıkla, sonsuzca büyüsün yüreğimizde..”