İnsan garip bir canlı. Kafasını nereye çevirse, her şeyin kendi için var olduğunu düşünür. Güneş onun için doğar, hayvanlar onun için vardır, ağaçlar onun için oksijen üretir. Kendini evrenin merkezine koyar ve geri kalan her şeyi canı nasıl isterse öyle yorumlar, kirletir, tüketir.
İnsan, varoluşunun ilk dönemlerinde kendini doğanın bir parçası olarak görüp onunla uyum içinde yaşamaya çalışıyordu. Avlanıyordu ama ihtiyacı kadar. Topluyordu ama tükettiği kadar.
Yaklaşık 10.000 yıl önce insanlar toprağı işlemeyi, hayvanları evcilleştirmeyi öğrendi. Bu, bir anlamda insanın doğaya ilk müdahalesiydi. Artık toprağı kontrol edebiliyordu. Toplumlar büyüdükçe insan, sadece doğaya değil, birbirine de üstünlük kurmaya başladı. Tarımı yöneten, gücü elinde tutanlar öne çıktı.
İnsanoğlu, yeryüzünü yalnızca kendine ait bir mülk olarak görmeye başladığı anda tüm dengeler bozuldu. Gücü elinde tutanlar, doğayı ve insanı kendine ait, yönetilmesi gereken kaynaklar olarak görmeye başladı. Bu zihniyet, insanın doğayla olan ilişkisini bozdu. Artık doğa onunla eşit değil, yalnızca onun emrindeydi.
Doğaya ve hayvanlara bir şekilde hükmetmeyi başaran insan, kendini büyük bir sistemin parçası olarak görmeyi reddetti. Ölümü, yok oluşu, kendi önemsizliğini kabullenemedi. Tanrılar yarattı, peygamberler gönderdi, kıyametler kurguladı ama merkezine hep kendini koydu. Hep o kurtulacak, hep o seçilecekti. Çünkü her şeyin onun için vardı.
“Sen bu dünyanın efendisisin” düşüncesini kutsal metinlerle destekledi. Bu da insanın doğa üzerindeki egemenliğini, daha doğrusu zorbalığını, ahlaki bir hak hâline getirdi. Oysa bu dünya, üzerinde yaşayan her canlıya aitti. Dünya; toprağıyla, suyuyla, ağacıyla, hayvanıyla bir bütündü.
Ama insan bunu yok saydı.
Toprağı yalnızca ekip biçmekle kalmadı; parçaladı, kemirdi, sömürdü. Maden uğruna dağları delik deşik etti, ormanları kesti, denizleri çöplüğe çevirdi, gökyüzünü dumana boğdu. Hayvanları sadece evcilleştirmedi, onları esir aldı. Evcilleştiremediklerini avladı. Her adımını “ilerleme” adı altında meşrulaştırdı, her talanı “medeniyet” adı altında gizledi. Oysa geriye kalan ne medeniyetti ne de ilerleme…
Geriye sadece kurak topraklar, susuz kalmış nehirler, sessizleşen ormanlar ve kirletilmiş bir dünya kaldı.
İnsanın eziyeti yalnızca doğa ve hayvanlarla sınırlı kalmadı.
Kendi cinsine yaptığı zulmün, doğada başka hiçbir canlıda karşılığı yok. İnsan, sadece güçsüze değil, kendine benzemeyen her şeye karşı da tahammülsüzdür. Din, dil, görünüş, düşünce farkı gördüğü anda bunu tehdit olarak algılar ve yok etmeye çalışır. Daha fazla güç, daha fazla kâr ve daha fazla kontrol uğruna insanlar birbirini; kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden ezdi, köleleştirdi, aldı, sattı, öldürdü, yok etti. Bütün bu hoyratlık, aynı zihniyetin ürünüdür.
İnsanoğlu aynı anda hem bir bebeğe merhamet edecek kadar yufka yürekli, hem de milyonları soykırımla yok edecek kadar zalimdir. Bu çelişki, insan doğasının özüdür.
İyilikle kötülük yan yana durur. Ama güç eline geçtiğinde hangisini seçeceğini çıkarı ve korkusu belirler. Çünkü herkes kendi çıkarının peşindedir, herkes yalnızca kendi konforunu düşünür.
Maalesef dünyada işler pek de insanın istediği gibi ilerlemiyor.
Eğer insanoğlu bir an önce kendini dünyanın sahibi değil, bir parçası olduğunu; doğaya hükmetmek yerine onunla uyum içinde yaşaması gerektiğini; her canlının, kendisi kadar yaşama hakkı olduğunu kabullenmezse… Ne teknolojisi, ne dini, ne de bilimi onu kurtarabilir.
Gerçek dönüşüm, ancak insanın kendini evrenin merkezi sanmaktan vazgeçmesiyle başlayabilir. Ama insan, tüm bu hoyratlığın içinde hâlâ kendini en değerli varlık sanıyor.
Oysa artık neyi yapabileceğini değil, neyi yapmaktan vazgeçmesi gerektiğini düşünmesi gerekiyor.
Ama bu zor görünüyor. Çünkü bu çağ, insanın en bilgili ama en umursamaz olduğu çağ. Artık birçok şeyi biliyor, ama hiçbir şeyi umursamıyor.