1911 yılıydı... Kuzey Afrika’da elimizde kala kala Libya kalmıştı, vatan toprağıydı. Emperyalizm, haçlı seferi ruhuyla Trablusgarp’a saldırdı. Osmanlı’nın mecali yoktu. Donanma Haliç’te çürütüldüğü için, Ege’ye Akdeniz’e çıkamıyordu. Vaziyet hazindi. Yurtsever subaylar birer ikişer yola düştü, sivil kimliklerle, Mısır ve Tunus üzerinden Trablusgarp’a gitmeye başladılar. Onlardan biri Mustafa Kemal’di. 30 yaşındaydı. Yaşına göre çok tecrübeliydi, Şam, Beyrut, Yafa, Kudüs, karış karış dolaşmıştı, Sina Çölü’nde kalmıştı, Golan Tepeleri’nde vuruşmuştu ve şimdi Libya’daydı. Tobruk, Derne, Bingazi üzerinden Trablus’a ulaştı. Libya halkına karşı savaşmadı, Libya halkıyla beraber, emperyalizme karşı savaştı, silahıyla kılıcıyla çarpıştı, gözünden yaralandı, ilk defa orada “gazi” oldu.

Aradan 63 yıl geçti, 1974 oldu, Kıbrıs’a çıktık... ABD ambargo uyguluyordu, kolumuzu büküyordu, yardımımıza Kaddafi yetişti, uçak benzini, uçak lastiği, mühimmat verdi, para önerdik, kabul etmedi, “bütün depolarım sizindir, istediğiniz kadar alın” dedi, hatta, yüklemeler sırasında Türkiye’nin ne kadar yanında olduğunu göstermek için hamal gibi bizzat cephane taşıdı.

1976 oldu... MTA’ya ait Hora isimli gemimiz, Ege Denizi’nde ihtilaflı sularda petrol aramak üzere denize açıldı. Tarihi rest çektik, “Yunanistan müdahale etmeye kalkarsa, vururuz” dedik. Teknolojimiz yetersizdi ama, Ege ve Akdeniz sularımızda petrol olduğunu biliyorduk.

Rauf Denktaş açık açık anlatıyordu... “Amerikan petrol şirketi bana geldi, rezerv tespit ettiklerini, buna talip olduklarını söylediler, çıkarılacak petrolden yüzde 50 pay vereceklerini söylediler, ben Türkiye’yle anlaşmamız olduğunu, Ankara’yla konuşmam gerektiğini söyledim, bu cevabı hiç sevmediler, Ankara lafını duyunca gittiler, bir daha gelmediler” diyordu. Uluslararası petrol şirketleri Denktaş’ı ikna edemiyorlardı. Ulusal kahramanımız “Türkiye olmadan cennete bile girmem” diyordu.

Üç yıl daha geçti, 1979 oldu... Denktaş’a gelen Amerikan petrol şirketleri, elbette Rumlara da gitmişti. Rum yönetimi, yanına Mısır’ı da alarak, petrol arama macerasına girişmek istedi. Denktaş lafı hiç eğip bükmedi, “savaş sebebi olur” dedi. Birleşmiş Milletler devreye girdi, Ankara’ya heyet gönderip, kararlılığımızı test ettiler, şakamız olmadığından emin oldular, Ankara lafı dolandırmadı, “savaş sebebi olur” dedi. Rum kesimi mecburen geri adım attı. Tek taraflı olarak petrol arama sevdasından vazgeçtiler.

2002 yılına kadar böyle gelindi, 2002 yılında AKP tek başına iktidara geldi.

AKP iktidarının ilk işi, 2004 yılında “yes be annem” referandumu yapıldı.

“Yes” demek, KKTC’nin kepeklerini kapatıp, Rum yönetimi altına girmek anlamına geliyordu, AKP hükümeti bütün gücüyle “evet” denilmesi için çalıştı. AKP’nin yanına tespih taneleri gibi dizilen TÜSİAD, MÜSİAD, TÜGİAD, TESEV, TİM, TİSK, TÜRSAB, TZOB, TOBB gazetelere sayfa sayfa ilan verdiler, Kıbrıs halkının “evet” demesi için çağrıda bulundular.

Rauf Denktaş’a yandaş medyada hakaretler yağdırılıyordu, KKTC’nin ayak bağı olduğu yazılıyordu, gençlerin önündeki engel olduğu yazılıyordu, “çekil artık” deniyordu, “istifa et” deniyordu.

Avrupa Birliği ve ABD “evet” denilmesini istiyordu, “Rumlar hayır dese bile Türk tarafını Avrupa Birliği’ne alacağız, siz yeter ki evet deyin, ambargoyu hemen kaldıracağız” deniyordu. Asrın liderimiz “win win” diyordu.

Serdar Denktaş mesela, çırpınarak uyarıyordu, “Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin gözü petrol yataklarımızda” diyordu, “sahip olduğumuz petrol, topraklarımızda değil, karasularımızda” diyordu, “Avrupa Birliği ve ABD, Kıbrıs adasının tümünü Avrupa Birliği’ne almak suretiyle Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz rezervlerimizi kontrol altına almaya çalışıyor” diyordu, “Bu yüzden Annan Planı’nı imzalatmak istiyorlar, bu yüzden yes dedirtmek istiyorlar, faaliyetlerine uluslararası hukuk kılıfı uydurarak bizi ve Türkiye’yi rezervlerin uzağında tutmak istiyorlar” diyordu.

Dinletemiyordu.

AKP bastırıyordu, “evet” deyin!

Sandığa gidildi. Türk tarafı, KKTC’nin kepenklerinin kapatılmasına yüzde 65 oranında “evet” dedi. Neyse ki, Rum tarafı yüzde 75 oranında “hayır” dedi.

En muhteşem özeti, Ecevit’le birlikte Kıbrıs Barış Harekatı’na imza atan “mücahit” Erbakan yaptı, “Allaha şükür, Kıbrıs, Rumlar sayesinde Yunan adası olmaktan kurtuldu” dedi!

Referandumdan sadece bir hafta sonra... Rum kesimi hayır demesine rağmen, Avrupa Birliği üyesi yapıldı. Türk tarafı evet demesine rağmen, ayazda kaldı, ambargo bile kalkmadı. Hatta, KKTC’yi boşverdik, Rum tarafı, Türkiye’nin AB üyeliğini veto etme hakkını bile aldı!

Denktaş’ı adeta sırtından hançerleyen Türkiye, Rum tarafına rüyasında bile göremeyeceği tavizleri hediye etmiş oldu.

Kıbrıs Rum Kesimi, AB üyesi olur olmaz, ilk iş, Mısır’la masaya oturdu, Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama anlaşması imzaladı. Hemen ardından, Suriye ve Lübnan’la anlaşma imzaladı. Hemen ardından, İsrail’le anlaşma imzaladı. İsrail’le birlikte şakır şakır arama faaliyetlerine başladı.

“Dünya lideriyiz” diyen sayın AKP hükümetimiz bu arada ne yapıyordu?

2010 yılıydı... “Fatih camisi bombalanacak” yalanıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne “balyoz” vuruldu.

Ergenekon, Balyoz, Casusluk iftiralarıyla, mermi bile sıkmadan Türk Silahlı Kuvvetleri esir alındı.

Atatürkçü subaylar hapse tıkıldı, neredeyse savaş uçağı kullanacak pilot bırakılmadı, en büyük darbeyi de Deniz Kuvvetlerimiz yedi.

ABD, AB, İsrail, Yunanistan, Rum Kesimi, Mısır, Doğu Akdeniz’i parsellerken, Doğu Akdeniz’deki haklarımızı koruyacak olan Donanmamız imha edildi.

Deniz Kuvvetleri komutanları, kuzey deniz saha, güney deniz saha, denizaltı filo komutanları, harp filo komutanları, Milgem’i Milgem yapan mühendis subaylar, tersane komutanları, deniz üsleri komutanları, çıkarma gemileri, mayın gemileri komutanları, heeepsi içeri tıkıldı.

Balyoz sadece TSK’ya inmemişti... “Monşerler” filan diye aşağılanarak, dışişlerimiz imha edildi, tecrübeli yurtsever diplomatlarımızın yerine, cemaatçiler monte edildi, yabancı dil bile bilmeyen bademler yerleştirildi.

2011 yılı oldu, Libya’da çarşı karıştı, ülke içten içe patlamak üzereydi... Faciaya sadece 24 saat vardı, Trablus Büyükelçiliğimizin resmi internet sitesinde şu duyuru yayınlandı: “Büyükelçiliğimizle temasa geçen vatandaşlarımız, Libya’daki asayiş hakkında sorular yöneltmektedir. Libya’da güvenlik ve istikrar bakımından sıkıntı yaşanmamaktadır, Libya’da iş yapan şirketlerimizin endişe duymalarını gerektirecek herhangi bir durum yoktur, vatandaşlarımızın müsterih olmaları tavsiye olunur.”

Evet... Libya’daki vatandaşlarımız günlerdir elçiliği arayıp “kaçalım mı?” diye soruyordu, elçiliğimiz de bu resmi açıklamayla “müsterih olun” diyordu.

24 saat sonra, Libya’da iç savaş çıktı!

Kan gövdeyi götürdü, “müsterih olun” diyen elçiliğimiz kapatıldı, bizim büyükelçi Tunus’a kaçtı.

50 binden fazla Türk vatandaşı Libya’da sıkıştı.

Kendisini dünya lideri zanneden sayın hükümetimiz, aslında burnunun ucunu bile görmüyordu, Libya’da bağıra bağıra gelen iç savaştan haberi bile yoktu, durumu kavrayamıyordu. Apar topar feribotlar gönderdik. Feribotları korumak için savaş gemileri gönderdik. Türk inşaatlarında ve Türk şirketlerinde çalışan insanlarımız güç bela kaçtı, canını zor kurtardı. Yüzmilyonlarca dolarlık şantiye, milli servet, Libya’da çöp olarak kaldı.

Şak... NATO, Kaddafi’ye saldırdı, Libya’yı bombalamaya başladı.

Sayın hükümetimiz gene neler olup bittiğini kavrayamıyordu, asrın liderimiz çıktı, “NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedi.

NATO bombardımanını elbette ABD yönetiyordu ama, Kaddafi’nin kafasına ilk bombayı atma şerefi (!) Fransa’ya bırakılmıştı. Niye derseniz... Makarayı az biraz geri sararak, izah edelim.

Fransa, NATO’nun sadece siyasi üyesiydi, askeri üyesi değildi. 1966 yılında “ülke savunmasında bağımsız kalalım” diyerek, NATO’nun askeri kanadından çıkmışlardı.

2009 yılında, yani, Tunus, Mısır, Libya, Suriye patlamadan hemen önce, NATO’nun askeri kanadına geri dönmek istediler.

NATO zirvesinde karar verilecekti.

Obama yönetimi Fransa’yı destekliyordu.

Elimize büyük bir fırsat geçmişti. Çünkü, Türkiye’nin veto hakkı vardı. Türkiye onay vermezse, NATO’nun askeri kanadına dönemezlerdi. ABD’yle pazarlık edip, istediğimiz her şeyi yaptırabilirdik, mesela, patriot alabilirdik, “ver patriotları, al onayı” diyebilirdik, kuzu kuzu vermek zorundaydılar.

Yapmadık!

Hiçbir şey talep etmedik, kuzu kuzu onay verdik.

Fransa, AKP hükümetinin bu vahim hatasıyla, en ufak bedel ödemeden, NATO’nun askeri kanadına katıldı.

Ve... NATO şemsiyesi altında Libya’yı ilk Fransa vurdu!

Fransa’nın başrol kaptığı senaryoda, figüran durumuna düşmüştük.

Sayın hükümetimiz hatasından ders almak yerine, tam tersini yaptı, dünya lideri pozlarına bürünüp, Libya’daki savaşa dahil oldu. Libya tezkeresi çıkardık. Dört fırkateyn ve denizaltı göndererek, NATO harekatına katıldık.

Yetmedi... “NATO’nun Libya’da ne işi var” filan derken, İzmir’i NATO hava harekatının merkezi yaptık!

Kıbrıs Barış Harekatı sırasında ABD bize ambargo uygularken, bize en büyük desteği veren, en büyük yardımı yapan Kaddafi’yi sırtından hançerledik.

Üstelik... Fransa cumhurbaşkanı açık açık “bu bir haçlı seferidir” diyordu, “Tanrı’ya şükür ki, haçlı seferine önderlik ediyoruz” diyordu.

Sayın dindar hükümetimiz, haçlı seferine bizzat katılmıştı.

“Haçlı seferi” lafı boşuna değildi... Denizden ablukanın komutası, İtalya’daydı, emri altına girdiğimiz komuta gemisinin adı, Andrea Doria’ydı. Yani, Papa’nın çağrısıyla Osmanlı’ya savaş açıp, Preveze’de Barbaros’a yenilen haçlı donanmasının komutanı Andrea Doria’nın adını taşıyordu.

Sayın dindar hükümetimiz, bütün sembolik değerleriyle haçlı seferi olduğu ilan edilen harekatta, Andrea Doria’nın safındaydı.

Kaddafi linç edilerek öldürüldü.

Dövdüler, bıçakladılar, kurşunladılar, cesedini yerlerde sürüklediler, kameraya alıp, dünyaya seyrettirdiler. 150 binden fazla Libyalı öldürüldü.

Sayın dindar hükümetimiz, Kaddafi’yi bu şekilde linç ederek öldürenlere para yardımı yapıyordu!

Ali Babacan o dönemde asrın liderimizin başbakan yardımcısıydı. Gururla anlatıyordu. “100 milyon dolar verdik” diyordu, “100 milyon dolar 1.100 kilo geliyor, tamamını yüklersek riskli olur diye düşündük, uçağı düşürür diye korktuk, 10 milyon doları uçakla gönderdik, kalanını Türkiye’de elden teslim ettik” diyordu.

Toplam 300 milyon dolar verdik.

Kaddafi’yi öldüren köktendincilere para verdiğimiz için övünüyorduk!

İşte o sırada, eşzamanlı olarak... ABD yönetimi, Kaddafi’den doğan otorite boşluğuna, CIA maşası general Hafter’i monte ediyordu.

Sayın hükümetimizin gene ruhu bile duymuyordu.

Libya’da tüm bunlar olurken, sayın hükümetimiz Kaddafi’nin ortadan kaldırılmasına yardımcı olurken, Yunanistan boş durmuyordu.

İyon Denizi’yle Girit Adası’nın güneyindeki 39 bin kilometrekarelik deniz alanını, Libya’ya ait olmasına rağmen, kendi lehine sismik araştırma sahası ilan etti. Yunanistan’ın oldubittiyle gasp ettiği bu alan, aynı zamanda, Türk kıta sahanlığıyla çakışıyordu. Yani, Yunanistan sadece Libya’nın değil, Türkiye’nin haklarına da oturmaya kalkıyordu, bizim sınırlarımıza da yayılıyordu. Ankara gıkını bile çıkarmadı. İtiraz etmedi.

2014 yılı oldu... Yunanistan baktı ki, Ankara’nın çıtı çıkmıyor, bir adım daha attı, kendisine ait olmayan söz konusu alanları – gene oldubittiyle- kendi adına tescil ettirmeye başladı, petrol ve doğalgaz araştırma ve işletme ihaleleri açtı, anlaşmalar imzaladı.

2015 yılı oldu... Yunanistan baktı ki, Ankara’nın hala çıtı çıkmıyor, Ege ve Akdeniz sahillerimizdeki 16 adamızı işgal etti. Egaydaak adı verilen, egemenliği devredilmemiş ada, kaya ve kayacıklar’a resmen oturdu, bayrağını dikti, asker yerleştirdi.

Sayın hükümetimiz gözyumdu, sesini çıkarmadı. Kıbrıs için savaşan, Kardak için savaşı göze alan Türkiye, sus pustu.

Yunan cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları, bakanlar, bu işgal edilen adaları ziyaret etti, poz verdiler, alay ettiler, kiliseler bile inşa ettiler.

Bu arada, eşzamanlı olarak Rumlar da harıl harıl çalışıyordu... Kıbrıs Rum Kesimi, Mısır’la, İsrail’le masaya oturup, petrol/doğalgaz anlaşmaları imzaladı... Kendini dünya lideri zanneden Türkiye, uyumaya devam ediyordu.

2019 yılı oldu, şak... General Hafter’e bağlı silahlı güçler, Türkiye’ye ait insansız hava aracını düşürdü, demeye kalmadı, savaş çığlıkları attı, Libya karasularına yaklaşan Türk gemilerini “düşman hedefi” kabul edeceğini açıkladı.

General Hafter, aslında Kaddafi’nin genelkurmay başkanıydı. Libya’yla Çad savaşırken, esir düştü, Kaddafi tarafından kaderine terk edildi, CIA operasyonuyla kaçırıldı, ABD’ye götürüldü, devşirildi, ABD maşası olarak gizlice Libya’ya geri gönderildi, intikam almak için kendisini kaderine terk eden Kaddafi’ye karşı darbe girişiminde bulundu, başaramadı, Kaddafi içsavaşla öldürülünce, yine ABD’nin desteğiyle Tobruk’ta kendi hükümetini kurdu, Bingazi’yi Derne’yi Fizan’ı komple ele geçirdi. ABD’nin yanı sıra enteresan şekilde Rusya tarafından da destekleniyor, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri tarafından destekleniyor.

Libya hem ruhen hem siyasi olarak ikiye bölündü... Topraklarının yüzde 90’ını Hafter yönetiyor, yüzde 10’unu Trablus hükümeti kontrol ediyor. Trablus hükümetini sadece sayın hükümetimiz ve Katar destekliyor.

Hal böyleyken, iş işten geçtikten sonra, hadiseler bizim açımızdan berbat duruma geldikten sonra, sayın hükümetimiz Doğu Akdeniz’deki haklarımızın korunması için Trablus hükümetiyle deniz sınırı mutabakatı imzaladı. Tezkere çıkardık, Libya’ya asker gönderdik.

22 Aralık 2025... Yunanistan başbakanı Miçotakis’le Güney Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Hristodulidis, Kudüs’e gittiler, İsrail başbakanı Netanyahu’nun liderliğinde Türkiye’ye karşı zirve yaptılar, askeri, teknoloji ticari ilişkilerde “sınırsız iş birliği” yapacaklarını açıkladılar.

Netanyahu, isim vermedi ama Osmanlı’ya işaret ederek, düpedüz Türkiye’yi hedef aldı, tehdit etti, “Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail bir zamanlar imparatorluk hakimiyeti altındaydı, bu bölgede imparatorluk dönemini yeniden canlandırmak isteyenlere sesleniyorum, unutun, aklınızdan bile geçirmeyin, biz kendimizi savunmaya muktediriz” dedi.

Ertesi gün, 23 Aralık 2025... Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Libya’daki görev süresi TBMM tarafından iki yıl uzatıldı. Türkiye’nin desteklediği Trablus hükümetinin genelkurmay başkanı, TBMM’deki bu oylamayı takip etmek üzere, Türkiye’nin davetlisi olarak Ankara’ya gelmişti, milli savunma bakanımız ve genelkurmay başkanımız tarafından ağırlanmıştı, Esenboğa Havalimanı’ndan ülkesine dönerken, kendisini ve heyetini taşıyan kiralık özel uçak kalkıştan hemen sonra Ankara’da düştü, sizlere ömür.

Özetle...

Kaddafi kimin sayesinde öldürüldü?

Yunanistan doğalgaz denizine kimin sayesinde oturdu?

Rumlar kimin sayesinde AB’ye girdi, kimin sayesinde doğalgaz denizine ortak oldu?

Donanmamız kimin sayesinde imha edildi, bizim donanma denklemden çıkarılınca, İsrail kimin sayesinde Doğu Akdeniz’e bu kadar kolay çökebilmiş oldu?

Ege’de kimin sayesinde neredeyse ayağımızı denize sokamayacak hale geldik, Akdeniz’de sıkışa sıkışa Antalya körfezine kimin yüzünden sıkıştık?

Libya uçağı 10 saniyede düşüverdi gibi görünüyor ama, aslında 110 yıllık bir öykü bu.

Ne diyordu asrın liderimiz?

“Akdeniz, beyaz deniz, White Sea olarak adlandırılır” diyordu.

Gerçi Akdeniz’e White Sea denmiyor, White Sea tee Rusya’nın kuzeyinde ama, olsun gari... Akdeniz meselesine bu kadar hakim olduğumuza göre, endişe etmenize hiç gerek yok yani!